Mahalli seçimler için o amansız mücadele başlayacak.
Hele bir de, mahalli seçimlerin erkene, yani bu yılın Kasım ayına çekilmesi ihtimalinin olacağı bir ortamda mücadele adeta kıran kırana geçecek.
Sakın yanlış anlamayın ama “Amansız mücadele” dediğimiz partiler arasında falan olmayacak…
Bizzat partilerin içinde yaşanacak sözünü ettiğimiz mücadele…
O yüzden…
Bayramdan sonraki süreçte kimse partiler arasında yani, AK Parti ile CHP arasında seçime yönelik bir kıran kırana mücadele falan beklemesin.
Zira…
Eskişehir’de AK Parti ve CHP içinde yaşanacak olan amansız mücadeleyi izleyeceğiz.
Her iki parti içindeki kişi ve grupların birbirlerine karşı ortaya koyacağı güç gösterilerine şahit olacağız.
Partililerin kendi partileri içinde çevirdikleri entrikaları göreceğiz.
Partilerinin içinde “Hiç bir araya gelmez” dediğimiz insanların bir araya geldiklerini, “Hiç ayrılmaz” dediğimiz insanların karşı cephelerde yer aldıklarını göreceğiz.
O yüzden.
Bayramdan sonraki süreçte siyasetin tansiyonu yükselebildiği kadar yükselecek.
Partilerin kendi iç bünyelerinde yükselecek olan bu tansiyon bakalım kimlerin hayatta kalmasına, kimlerin yok olmasına neden olacak?
.....
Nasıl bir
fırsatçılıksa bu?
Döviz fiyatları anormal olarak yükseldi.
Dövize bağlı mal ve hizmetlerin fiyatı da ona göre yükseliyor.
Ancak…
öylesine fırsatçılar var ki, bu fırsatçılar sayesinde dövizle hiçbir alakası olmayan mal ve hizmetler de yükselmeye başlıyor…
Tamamıyla yerli üretim olan, üretim safhalarında dolara endeksli hiçbir girdisi bulunmayan bazı gıda maddeleri, neredeyse döviz artışı kadar zamlanmaya başlıyor…
Yerli ve milli olsun elbette, bunda hiç kimsenin ne bir şüphesi ne de bir tereddüttü var.
Ancak…
Tamamıyla yerli ve milli üretim yapanlar da döviz artışı bahanesiyle “fırsat bu fırsat” diyerek ürettiği ürüne döviz artışı kadar da çam yapmasın arkadaş!
....
Şehirde yaşamanın bedeli var.
Şehirleri, Köy ve Kasabalar ile İlçelerden ayıran özelliklerin başında nüfusunun çokluğu gelir…
Bir başka önemli ayrım ise, Şehirlerin, saydığımız diğer yerleşim birimlerine oranla daha medeni olmasıdır.
Yani…
Medeniyet, şehirlerin var olması gereken özelliktir.
Şehirlerde medenice yaşamanın da, ister kabul edin ister etmeyin bazı kuralları vardır.
Bedelleri de…
örneğin…
Araç ile gidiyorsanız Kırmızı ışıkta duracaksınız…
Köyde, hatta kasabada buna gerek yoktur. çünkü yandığında durabileceğiniz bir ışık yoktur.
Yaya iseniz, ışık varsa Yeşil'in yanmasını beklersiniz karşıya geçmek için.
Eğer ışık yoksa, yaya kaldırımından geçersiniz.
Şehirde, vızır vızır işleyen bir caddenin üzerine aracınızı bırakıp gidemezsiniz…
Ya da…
İnsanların yoğun olarak kullandığı kaldırımın üzerine ne kadar mal varsa yığamazsınız.
örneğin…
Kaldırımın üzerinde aracınızı yıkayamazsınız, 'mal gelecek' diye herkesin ortak kullanım alanı olan yol'u, özel dubalar yaptırarak kapatamazsınız.
Tüm bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Şehirde insanların gözüne baka baka yere tüküremezsiniz, çöplerinizi öyle istediğiniz saatte çıkartamazsınız, parkın içinde mangal yapamazsınız…
Aracınızı durdurup öyle her ağacın altına tuvaletinizi de yapamazsınız şehirde.
İşte bu yüzden şehirde yaşamak bedel ister.
Bu bedel salt parasal anlamda da değildir.
Bu kurallarda uymak için gösterilen özen de bir bedel ödemektir.
Eğer;
-"Ben bu kurallara uymak istemiyorum. Bedel medel de ödemem. Ben bildiğim gibi yaşarım. Ne ışıkta dururum, ne trafik dinlerim. Ben ne istersem öyle yaparım ve yaşarım. Başkaları beni ilgilendirmez. Düzen falan da tanımam" diyorsanız, yapacağınız iki şey var…
Birincisi;
-"Şehirde yaşamak bana göre değil" diyerek, tüm bu yasakların ve kuralların olmadığı yerleşim yerlerine gideceksiniz…
Ya da kalıp, şehirde yaşamanın gerektirdiği kuralları yerine getirip, bedelini ödeyeceksiniz.
Bu ikisini de yapmayıp, "Ben şehirde yaşayacağım. Ama kural mural tanımadan, bedel de ödemeden yaşarım" diyorsanız…
O şehir, şehirliğinden belki pek bir şey kaybetmez ama…
Siz o şehre hiç mi hiç yakışmazsınız…
....
Bu bir hastalık ve
bu hastalık hepimizde var…
Her birimize bulaşmış bir hastalık var…
Kişilerin yanı sıra, kurumlara, Odalara ve hatta partilere bakış açımıza kadar hemen her alanda yaygın bir hastalığımız bu.
Belirtilerini hemen söyleyelim:
-"Adamı sevmem ama şu yaptığı iyi bir iş" lafı bir türlü çıkmıyor ağzımızdan…
Ya da…
-"Şu partiden nefret ediyorum ama yaptıkları şu iş gerçekten güzel bir hizmet" lafı da aynı şekilde…
Bize göre…
Sevdiğimiz adam ya da parti hep en iyisini yapıyor.
Sevmediğimiz adam veya parti ise, ne yapsa yapsın hep en kötüsünü...
Halbuki…
Herkesin eleştirilecek yanı kadar takdir edilecek bir yönü de mutlaka vardır.
Ama bunu söyleme cesaretini bir türlü bulamıyoruz kendimizde.
Yaşadığımız ve şahit olduğumuz adaletsizliklerden sürekli yakınıyoruz ama…
Kendi içimizde bir türlü adaleti ne yazık ki sağlayamıyoruz.
Sonuç olarak...
Eleştiri konusunda kimse elimize su dökemiyor fakat şu da bir gerçek ki bir çoğumuz resmen takdir özürlüyüz.
Ve takdir etmemek için de her zaman bir bahanemiz hazırda bekliyor…
Bu bayramın bu hastalığımızdan kurtulmamıza vesile olması dileğiyle hepinize mutlu bayramlar olsun…
.....
Biraz da gülmek lazım
çöpçatan, damat ve gelin adayını karşılaştırır. Gelin zengin olduğundan damat adayı ufak tefek kusurların bağışlanması için önceden uyarılmıştır.
Gelin adayı odaya topallayarak girer. Damat adayı çöpçatana bakar:
—Topal bu, der.
çöpçatan başıyla onaylar. Damat gelinin saçlarını okşamaya kalkar. Peruk elinde kalır. çöpçatana bakışlarıyla:
—Kel bu, der. çöpçatan başıyla onaylar.
Damat adayı odadaki gümüş takımlara, antikalara bakar.
Onların da sahte olmasından şüphelenir. çöpçatanın kulağına fısıldamak ister. çöpçatan:
—Rahat konuşabilirsin, duymaz kulağı sağırdır.