Odamın, masamın, kütüphanemin, yaşama ve çalışma ortamımın düzeni farklıdır. Biliyorum ki, sizinki de farklıdır. Yaşadığımız mekânı kendimize benzetmek, kendimizin yapmak isteriz. O mekân, bir kimliktir adeta. Ruhen de olsa benimdir, burası’dır ve başka mekânlardan farklıdır.
Yaşamak, bir farklılık yaratma sanatıdır adeta. Farklı olabilmek için önce ayağımızı sağlam bir zemine basmamız gerekir; o zemin yaşadığımız mekândır. İşim, evim, mahallem, benim kentim diye anlatmaya başlarız bu mekânı.
Büyük kentlerde olduğu gibi ölçek büyüdükçe kendimizi tanımladığımız mekân küçülür. Bazen o kente ait olmak kimliğini korurken bir mahalleye, bir yöreye ait olma kimliğini öne alırız. O zaman bu kentli olmak kadar bu ya da şu yöreli veya mahalleli olmak da değer kazanmaya başlar. Önemli olan, beni neyin farklı kıldığı ve kendimi nereye ait hissettiğimdir.
Son 70 küsur yıldır bu değer yargılarımız değişmeye başladı. Çünkü mekân olarak yer değiştirmeye başladık. Toplum olarak Doğudan Batıya, köyden kente, karadan denize, az güvenliden çok güvenliye, az gelişmişten çok gelişmişe doğru göç etmeye başladık: İş için, aş için, okul için. Bizi ait olduğumuz mekân anlamında tanımlayan köklerimiz adeta söküldü. Acıyla sarsıldık.
“Ait olma duygusu” vefalı bir dost gibidir. İnsanı asla terk etmez. Eğer örneğin, ata toprağımız şu ilçe ise veya bu il, ya da öteki ise ve bir başka kent olan burada yaşıyorsak artık, yeni bir soru düşer aklımıza belli belirsiz: Hangisi olmalıyız? Doğup büyüdüğümüz, geçmişte yaşadığımız memleketli mi yoksa bu kentli mi? Bu soruya verdiğimiz cevap önemli. Çünkü bu soruyu cevaplar ve aidiyetimizi ifade ederken yaşadığımız mekânı da yeniden tanımlıyoruz adeta.
Nasıl sorusunu duyar gibiyim. Yeni bir mekânda insan önce kendini güvensiz hisseder. Bu güvensizliğini ve ürkekliğini aşmak için destek arar kendine. Hemşehrilik ilişkisi, iyi ve kolay bulunan bir destek örneğidir. Yeni bir kentte yeni bir yaşam kurarken hemşehrilik, can suyu gibidir. Eğer bugünkü yaşamımızı, dün ait olduğumuz yere göre kurarsak ciddi tehlikeler kapıdadır: Eski hemşehrilik ilişkilerine dayanan ve kentin bütününden kopuk gecekondu semtleri, kente ait kamu kaynaklarını talan etmeyi kollayan gruplaşmalar, kayıt dışı ekonomiden uyuşturucu kullanan sokak çocuklarına kadar daha pek çok tehlike...
Yaşadığımız kentte ‘çok’ değil, çoğul olmalıyız. Dünden gelen kimliğimiz, her birimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Köklerimizin geldiği yerle, ata toprağımızla onur duyarız. Ama dünkü hemşehri kimliğimiz bugünü ve yaşadığımız bu kenti ele geçirmek, talan etmek için ‘çokluk’ ruhuna dönüşmemelidir. Bu kentte yaşamak, bir kimlikler yarışması değil; bir kimlikler buluşması ve uzlaşması olmalıdır.
Çoğulculuk, herkesin kendi dünyasını kurup yaşamasını ama bu nedenle diğerlerinden kopmak yerine onlarla iletişim ve sosyal alışveriş içinde olmasını ifade eder. Çarşıda alışveriş yaparken, çocuğunun okul veya iş problemini çözmeye çalışırken, siyasal partide veya dernekte sosyal çalışma yaparken dayanışma için önce aklına eski hemşehriliğin, kültürel veya etnik kimliğin geliyorsa, bu kentte yaşayanlar olarak ortak bir sorunumuz var demektir. Bu, henüz yeterince paylaşamadığımız anlamına gelir.
Gündelik yaşam içinde sıkışıp kalıyoruz. Muhtemelen bu kentin hiç gitmediğimiz, görmediğimiz pek çok yer ve yöresi var. Bazı mahallelerin, anıtsal yapıların kentin neresinde bile olduğunu bilmiyoruz. Çoğumuz ev çevremizdeki komşu sokakları bile sayamayız. Hâlbuki bir kentli olarak sadece kendi oturduğumuz, yaşadığımız çevreyi değil; bu kentin diğer bölgelerini merak etmek, tanımak ve bilmek zorundayız. Böylece hem bir mahallenin, bir sokağın insanı olurken diğer yöre, mahalle ve tarihi, kültürel, sosyal unsurları bilip tanıyarak kentli yurttaş olma özelliğimizi geliştirebiliriz. Kendi dar etnik, kültürel ve sosyal sığınmak yerine farklı kimliklere sahip yurttaşlarla aynı kentte yaşamanın keyfine paydaş olabiliriz.
Şimdi kendine sormalısın: Sen kimsin? Düne ait geleneksel, kültürel veya etnik özelliklerini gururla taşıyan bu kentli mi, yoksa bu kentte etnik kökleriyle yaşayan bir yabancı mı hâlâ?