Zaman kendi bildiğince ilerliyor. Zaman içinde biz de hareketliyiz. Evden çıkıp işe ya da okula veya benzeri bir mekâna gidiyoruz, sonunda konakladığımız noktaya geri dönüyoruz. Kimi zaman değişebilen nedenlerle kısa ya da uzun süreli yaşadığımız mekândan uzaklara gittiğimiz oluyor. Hedeflerimizi gerçekleştirmek için… Ama bizim kabul ettiğimiz, bizi bir ya da birkaç nedenle kendine bağlayan bir mekân var. Ya köklerimiz orada, ya da sevdiklerimiz… Halen yaşadığımız mekân, kimi zaman kimliğimizi belirleyen, bazen ise ifade eden göstergelerden biridir.
Mekânımız, ruhen bile olsa burasıdır ve başka mekânlardan farklıdır. Yaşam ve mekânda farklılık yaratmak ise, apayrı bir sanattır. Farklı olabilmek için önce ayağımızı sağlam bir zemine basmamız gerekir. Küreselleşmenin etkisiyle dünya ölçeğinden kendi mekânımıza baktığımızda, kendimizi tanımladığımız mekânın küçüldüğünü gözleriz. Bazen bir ülkenin mensubu olma ya da kente ait olma kimliğinden sıyrılıp; bir mahalleye, bir yöreye ait olma kimliğini öne alırız. O zaman yerel odaklı bir kimlik sahibi olmak değer kazanmaya başlar. Önemli olan, bireyi neyin farklı kıldığı ve kendini nereye ait hissettiğidir.
Son 60-70 yıldır bu değer yargılarımız değişmeye başladı. Çünkü mekân olarak yer değiştirmeye başladık. Toplum olarak; köyden kente, karadan denize, az güvenliden çok güvenliye, az gelişmişten çok gelişmişe, umutsuzluktan umut vaat eden yörelere doğru göç etmeye başladık. Ait olduğumuz mekân anlamında tanımlayan köklerimiz adeta söküldü. Oysa “ait olma duygusu” vefalı bir dost gibidir. İnsanı asla terk etmez. Dünden gelen kimliğimiz, her birimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Köklerimizin geldiği yerden, ata topraklarımızdan onur duyarız. Dünkü hemşehri kimliğimiz bugünü yaşadığımız kentte; kimlikler yarışında değil, kimlikler uzlaşısında şekillenmek durumunda.
İnsanın doğasının bir parçasıdır; yeni bir mekânda insan önce kendini güvensiz hisseder. Bu güvensizliğini ve ürkekliğini aşmak için destek arar. Hemşehrilik ilişkisi, iyi ve kolay bulunan bir destek örneğidir. Yeni bir kentte yeni bir yaşam kurmada hemşehrilik, can suyu gibidir. Eski hemşehrilik (etnisite ya da kültür) ilişkilerine dayanan ve kentin –dolayısıyla toplumun– bütününden kopuk gruplaşmalar tedavisi kolay olmayan yaralar açabilir.
Bir topluluk içinde yaşamak, herkesin kendi dünyasını kurup yaşamasını ama diğerlerinden kopmaksızın onlarla iletişim ve sosyal alışveriş içinde olmasını ifade eder. Paylaşım kültürünün yerleşip gelişmesi kaynaşmayı sağlar. Gelişim arzusuyla vizyon belirleme çabası güdülecekse; dar kapsamlı etnik, kültürel ve sosyal sığınak yerine farklı kimliklere sahip yurttaşlarla aynı kentte yaşamanın keyfine paydaş olabilecek yapılanmanın benimsenmesi gerekir.
Toplumsal sorumluluğumuzun getirdiği yükümlülüklerimiz açısından kaynaklarımızı ele aldığımızda; geçmiş ve gelecek arasında köprü kurma mecburiyeti görülecek. Gelecek kuşaklara doğru ve olumlu mesajlar vermek istiyorsak; öncelikle, geçmiş yaşamların bıraktığı değer ve kültürlere hak ettikleri saygıyı göstermek zorundayız. Böylesi bir bakış açısı içinde karşımıza çıkan güçlükler ve sorunlar, yaşamımızda değerli, anlamlı ve önemli olan unsurları öne çıkaracak.
Girişimcilik ruhumuzun rehberliğindeki sorgulama süreci, yaşam adına yeniliklerin arandığı ya da aralandığı düşünce mekanizmasını geliştirecek, gizli kalmış potansiyelimizi harekete geçecek. Problemlerimiz beklenmedik biçimde güç ve kapasitemizi algılamamıza vesile olacak; sahip olduklarımız, sahip olmayı düşlediklerimiz, yetenek ve becerilerimiz başlıca kaynaklarımız arasında yerini alacak.