Teknolojik ürünlere sahip misin? Teknoloji üretebiliyor musun? Eğer bir yarışta hızlı ve gelişmiş otomobile sahip olan siz değilseniz, otomobil teknolojisinin geldiği üst düzey nokta konusunda fazla sevinmenize gerek yoktur. Çünkü yüksek nitelikli otomobile sahip olan yarışta sizi geride bırakır gider. İşte; bilimsel ve teknolojik gelişme de buna benziyor. “Oh, ne güzel… Dünya, bilim ve teknoloji alanında gelişmeler kaydediyor” dediğinizde, kendinize dönüp “Bu arada ben ne yapıyorum?” diye sormanız gerekir. Çünkü bilim ve teknolojide “dünya” diye söyleyebileceğimiz bir olgudan daha çok, bu gücü ve gelişimi elinde tutan gelişmiş ülkeler var. Eğer bilimsel ve teknolojik gelişme için ülke olarak gerekli vizyona ve yapılanmaya sahip değilsek; “Gelişiyor” dediğimiz şey, bizi gerilerde bırakmaya aday olan şeydir.
Bilimsel ve teknolojik buluşlar, gelişmiş ülkeleri daha ilerilere götürürken, ekonomik gelişimini tamamlayamamış ülkelerin daha da geri kalmasına neden oluyor. Gelişmiş ekonomilerde bilime, teknolojiye, ar-ge’ye ve yenilikçiliğe verilen önem, bu ülkelerin pek çok açıdan gücü ellerinde tutmalarına neden oluyor. Geri kalmış olanlar ise ancak büyük bedeller ödeyerek bu gelişimin ürünlerini satın almak zorunda kalıyorlar. Gelişmişlerin geri kalmışlardan elde ettikleri artı değer ise yeni atılımlar için taze kaynak oluşturuyor. Bugün az gelişmiş ülkelerde yaşanan zulmün ve zilletin arkasında, geri kalmışlığın bilim ve teknoloji alanında gerekli model ve söylemi oluşturamamış olması da var.
Az gelişmiş ülkelerin en temel sorunlarından birisi sermaye birikimi konusundaki zafiyetidir. Sermaye birikimi sağlanamayınca veya sağlansa bile bu birikim gerekli hedefler için uygun kanallara akıtılamadıkça, geri kalmışlık sarmalını aşmak mümkün görülmüyor. Büyük oranda ithalata dayalı ekonomik yapılanmalara dayalı küresel kuruluşların politikaları ile az gelişmişliği kıracak gerekli kalkınma sürecinin sağlanamayacağı her gün bir kez daha kanıtlanıyor.
Gelişmiş ülkelerin katma değer yarattıkları sektörlere baktığımızda; genelde bunların arkasında bilim, teknoloji, yenilikçilik ve ar-ge gibi unsurların varlığı dikkati çekiyor. Bugüne kadar fasoncu iş gücü, hammadde ve düşük teknoloji içeren malların ihracatı ile hiçbir ülkenin az gelişmişlik zincirlerini kıramadığını görüyoruz. Belli dönemlerde kısmî iyileşmeler sağlansa bile; ekonomik ve sosyal kalkınma, sürdürülebilirlik niteliğine sahip olamıyor.
Okumuş ve elit çevrelerde bilim ve teknolojik gelişimi alkışlamaya benzer bir diğer eğilim de küreselleşmenin yüceltilmesi olarak görülüyor. Hâlbuki küreselleşmenin sonuçlarının farklı ekonomik kalkınma düzeyindeki ülkelere farklı biçimlerde yansıdığını biliyoruz. Örneğin küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan küresel bütünleşme biçimleri, az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerin dünya ekonomisi içindeki güç ve etkinliğini giderek azaltıyor. Bu durum, bir başka boyutta siyasal ve askersel alandaki güç ve etki kayıpları olarak yansıyor.
Küreselleşme süreci, bir anlamda gelişmiş ülkelerin taleplerinin her an daha fazla küresel bir nitelik almasına neden oluyor. Küreselleşme ile sınırlar belirsizleşirken, gelişmiş devletler başka ülkelerin sınırları içinde kalan her türden kaynak için daha fazla talep eder olmaya başladılar. Örneğin Ortadoğu’nun petrol ve su kaynakları üzerinde gözlediğimiz saldırgan emeller bu olgunun örneklerinin başında geliyor.
Küresel kuruluşların politikalarının hedefi, az gelişmiş ülkelerin dışarıdan daha fazla küresel kaynak sağlamaları gibi görünüyor ya da gösteriliyor. Hâlbuki bu politikaların uygulamasına finans sektörü ve dış ticaret açısından baktığımızda; az gelişmişlerden gelişmişlere doğru giden kaynak akışının, gelenden çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Özetle; bugün gelişmişlerin geri kalmışlardan beslenmesinin sadece farklı bir görünümünü yaşıyoruz. Çözüm ümidi var mı? Ne yazık ki; buna kısa vadede olumlu bir cevap vermek zor.
Kapitalizmin asla değişmeyen özeliklerinden birisi, her şeyi alınır-satılır hale getirmesidir. Bundan kendini kurtarabilen bir değer yok gibidir. Kapitalist ekonomi için piyasaya konu olabilecek ve katma değer elde edilebilecek her unsur; ilgi görmeye ve desteklenmeye değerdir. Bundan kendini ne hava ve su kurtarabilir ne de sevgi…
“Bilgi Çağı” olarak isimlendirdiğimiz bu dönemin en belirgin özellikleri arasında bilginin mülk edinilen ticari meta haline dönülmesidir. Çağın bu niteliğinin adı fikrî mülkiyettir. Artık bilgi de diğer ticari ve sınaî mallar gibi mülk edinilebilen ve pazara sunulabilen metadır. Fikrî mülkiyet, insan düşüncesinin sonucu olarak ortaya çıkan zihinsel çalışma ile bunun türevleri üzerinde her türlü kullanım hakkının mülkiyeti olarak tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla “Bilgi Çağı”, mevcut İnternet kullanımının bizi yanılttığı gibi bilginin bedava olacağı ve serbestçe dolaşacağı bir zaman dilimi değildir. Önce bir özgürlük havası içinde takdim edilen bilgi, giderek daha fazla değişim değeri olan bir mal haline gelecektir. Bilginin özgürleştirilmesi tezi, konuya insan hakları ve özgürlükler açısından bakıldığında, hiç kuşkusuz doğrudur ama özel mülkiyet devam ettiği sürece sağlanması mümkün değil gibi görünmektedir.
Fikrî mülkiyet kapsam olarak marka, patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, coğrafi işaret, entegre devre topografyaları ve yeni bitki çeşitlerine ilişkin ıslahçı hakları gibi unsurları içermektedir. Bu kapsamda yer alan ve tescil altına alınmış olan bilgi topluluklarının izinsiz ve gerekli bedel ödenemeden kullanımı yasaklanmıştır. Fikrî mülkiyet konusunda hem ulusal hem de küresel düzeyde yaygınlık, kabul görürlük ve ortak payda tam anlamıyla sağlanmamış olmakla birlikte bu konudaki çalışmalar hızla sürmektedir.
Fikrî mülkiyet ile ilgili en sorunlu nokta, kapitalist üretiminde kendi doğasından kaynaklanmaktadır. Örneğin bir laboratuar çalışmasında veya bir tasarım atölyesinde fikrî mülkiyete konu olan çalışma ve türevleri, ücretli çalışanlar tarafından üretilmesine rağmen sonuçta oluşan bilgi, işletme sahibi tarafından mülk edinilmektedir. Bu nokta, siyasal çevrelerde konunun en çok tartışma ilgisi çeken yanıdır.