Türkiye’de gündemden düşmeyen ve her zaman güncelliğini koruyan bir soru var. Ne olacak memleketin hali? Muhalefet partileri yaşanan sıkıntıların hükümetin para ve maliye politikalarından kaynaklı olduğunu iddia ederken, hükümet yetkilileri ise ülke ekonomisinin geçmişten bugüne en iyi zamanlarını yaşadığını iddia ederek bunu reddediyor. Bu soyut tartışmalardan halk yararına bir sonuç çıkmadığı ve çıkmayacağı tecrübeyle sabit.
Bir tarafta, ülke ekonomisinin büyüdüğüne, geliştiğine, refahın yükseldiğine dair İstatistikler, rakamlar ve resmi verilerle desteklenen pembe bir tablo çizilirken, gerçekte ise yıllara sari olarak azalan refah, artan işsizlik, kırsaldan kente göç, artan yoksulluk, sefalet, belirsizlik ve buna bağlı olarak oluşan yaşam kaygısı toplumun büyük çoğunluğuna tesir etmiş durumda.
***
Batılı ülkelerde özellikle 18. yy sonrası yoğunlaşan sanayi üretimiyle birlikte, Kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik/toplumsal ve siyasal düzeni kendi yasalarına uygun şekillendirdiğini görürüz.
Sistemin işleyişi temel olarak sermaye birikimi ve kâra dayalıdır. Kârın kaynağı ve büyüklüğü ise artık-değer yani emeğin sömürülmesi ile ilişkilidir. Sistemin doğası, sürekli kâr elde etmeye dayalı olduğundan, bu süreçte emek ne kadar sömürülürse, işletmenin kârı da o kadar fazla olabilir.
Toplum, işte tam da bu çelişkiden kaynaklı emek ve sermaye sınıfı olarak ikiye ayrılıyor. Sermaye sınıfının toplam gelirden aldığı pay her geçen yıl artarken, çoğalan nüfus oranlarına rağmen emekçilerin aldığı pay ise giderek azalmaktadır.
***
IMF hesaplamalarına göre gelişmiş ekonomilerde 1970-2014 yılları arasında emeğin payında neredeyse 14 puanlık bir gerileme yaşanmıştır (IMF, 2017). Gelişmekte olan ülkelerde ise düşüş oranı bölgeden bölgeye farklılık gösterse de genel olarak emeğin ulusal gelirden aldığı pay azalmıştır. 1990’larda yaklaşık %50 olan çalışanların ücret ve ödemeleri 2014’e gelindiğinde %38’lere düşmüştür. (IMF, 2017). Bu evrensel ve durdurulması mümkün olmayan eğilimin sebebi Kapitalizm’in kendisidir. Türkiye’de de tablo değişmiyor. 1970’lerde yıllık gelirden % 50 pay alan emekçi sınıf, özellikle 1980 sonrası uygulanan yoğun ekonomi politikaları sonucu bugün gelinen noktada, milli gelirden ancak % 33 pay alabilmektedir. Bu rakamlar, işçiler ve dar gelirlilerin sistematik olarak maruz bırakıldığı ekonomik şiddetin ilanıdır.
***
Yüksek faiz mi, enflasyon mu?
Yüksek faiz, enflasyon ve döviz kuru tartışmaları bugünlerde gündemi fazlasıyla meşgul ediyor. Bu sarmalın bizi ilgilendiren tarafı ise sabit gelirliler ve alın teriyle geçinen sınıfı, yani nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçileri, köylüleri, memurları, emeklileri ve düşük gelirlileri nasıl etkilediğidir. Hükümet, yirmi yıldır uyguladığı üretim ve ekonomi politikalarının sonucu olarak, bugün kontrolden çıkan enflasyon ve döviz kuruna karşı çaresiz. Dini referanslarla destekledikleri düşük faiz politikası ise bu süreci tetikleyen parametrelerden sadece biri. Dövizdeki yükselişi durdurmak için ürettikleri kur farkı garantili örtülü faiz formül ise, eğer düşündükleri biçimde gerçekleşirse, Hazine’ye büyük maliyetler getirebilecek bir kumar. “Kârlar özel, zararlar kamunun” Yani nihai olarak bu işin maliyetini, vergi yükü ve daha yüksek enflasyon olarak halk ödeyecek.
Türkiye ekonomisi ve buna bağlı olarak emekçiler hem Kapitalizm’in yapısal çelişkilerinden dolayı hem de ülkenin üretim gücünün yetersizliğinden kaynaklı dış borçlanma sebebiyle iki türlü ekonomik baskıya maruz kalmaktadır. Türkiye dış ticarette yıllık yaklaşık 30 milyar $ cari açık veren, yani ihraç (satılan) ettiğinden, çok daha fazlasını ithal (alınan) eden, bu nedenle aşırı dış borç yüküne sahip bir ülke konumundadır. Üretim yetersizliğinin doğurduğu bu aşırı dış borç yükü ise ülke ekonomisinde (faiz, kur artışı, vb.) olumsuz bir etki yaratmaktadır. Özellikle dış borç ödemeleri sırasında ekonomide meydana gelen daralmaların enflasyon üzerinde olumsuz etkileri kaçınılmazdır. Üretimiyle kendine yetemeyen, sürekli borçlanan, kaynaklarını verimli kullanamayan, bilim, teknoloji ve sanayileşmede çağı yakalayamayan bir ülkenin, enflasyonu, faizi ve döviz kurunu salt para politikalarıyla kontrol edebilmesi mümkün olmayacağından kriz, sürekli ve kaçınılmaz hale gelecektir.
***
Burjuva iktisatçıları bugüne kadar ürettikleri teorilerle, krizlere sebep olan içsel çelişkiler üzerinde yoğunlaşmak yerine, sorunları perdelemeyi ve ötelemeyi yeğlediler. 1929 krizinin sebep olduğu büyük buhranı atlatmak ve Kapitalizm’i yaşadığı krizden kurtarmak için Keynes’in iktisat teorisi adeta can simidi olarak görüldü. Keynes, piyasaların dokunulmazlığı ilkesinin kriz dönemlerinde işlemeyeceğini söylüyor, devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerekliliğini savunuyordu. Kapitalist ekonomi/politiği sınırları dışına çıkamayan bütün bu dar görüşler, kendi yarattığı krizlerden kurtulmak isteyen kapitalist ekonomik düzenin sürdürülebilmesi için geçici bir çözümden ibaretti. Nitekim, Kapitalizm’in ürettiği her krizde başvurulan Keynesci veya diğer iktisat teorileri, kalıcı bir çözüm üretemediğinden, bugünde olduğu gibi krizler sürekli ve kaçınılmazdır.
***
Üretimin toplumsal karakterine rağmen, özel mülkiyetin varlığı arasındaki çelişki, yaşanan bütün krizlerin kaynağıdır. Krizler, esas itibariyle hem bu temel çelişkiden kaynaklanır hem de onun daha da derinleşebilmesinin zeminini yaratır. Kapitalist sistemin geleceği hem dünya da, hem de Türkiye’de emekçi sınıf adına yaşam şartlarının daha da ağırlaşacağı kriz dönemlerine gebe. Sistem, emekçilerin hakimiyeti lehine kamucu, planlı ve düzenli üretim biçimine evrilinceye kadar, bu kısır döngünün değişmesi mümkün değildir.
Enflasyon, Faiz, Döviz kıskacı;
Türkiye’de gündemden düşmeyen ve her zaman güncelliğini koruyan bir soru var. Ne olacak memleketin hali? Muhalefet partileri yaşanan sıkıntıların hükümetin para ve maliye politikalarından kaynaklı olduğunu iddia ederken,...