Geleceği öngörmek, planlamak ve kent
Geçmişin savaşlarına ve büyük çatışmalarına baktığımızda; bunların pek çoğunun toprak, su, yeraltındaki madenler veya petrol gibi kaynakların paylaşımı üzerine olduğunu görürüz. Diğer yandan hava ve su da dâhil olmak üzere dünyanın insan yaşamına temel olan zenginliklerinin hızla yok olduğunu izliyoruz. Hayvan ve bitki türleri azalıyor. Küresel ısınma nedeni ile dünya iklimi değişiyor. Tatlı su kaynakları an be an yok oluyor. Toprak, verimlilik niteliğini yitiriyor. Öte yandan dünya nüfusu ise tüm önlemlere karşın büyük bir hızla artmaya devam ediyor. 2050 yılında dünyadaki nüfusun 9 milyar kişiye ulaşacağı öngörülüyor. Teknolojik gelişmeleri de dikkate alırsak, önümüzde yaşam koşulları açısından belirsiz bir gelecek olduğu anlaşılıyor.
Dünyaya küresel olarak göz attığımızda, ilginç bir biçimde her geçen yıl dünya ekonomisinin daha çok tüketmek üzerine kurgulandığını görüyoruz. Bir yandan dünya kaynaklarının yok olduğunu dehşetle izlerken, diğer yandan daha fazla tüketmek için teşvik etmeye ve edilmeye devam ediyoruz. Hızla kıtlaşan kaynaklar, önümüzdeki dönemde bu kaynaklara sahip olma yolunda gerginliğin daha fazla artacağı yolunda ipuçları veriyor.
Ağırlaşan koşullara rağmen her toplumun kendi sürdürülebilirliğini sağlamak üzere dünya kaynaklarına sahip olmak istemesi, beklenen bir tutumdur. Dünyadaki savaşların arka planına bakıldığında; toplumların, ellerindeki kaynaklar kendilerine yetmediğinde başkalarınınkini ele geçirmek üzere savaşlar üretmiş olduğunu kavramak mümkündür. Günümüzde Ortadoğu’da yaşadığımız çok sayıdaki çatışmanın arkasında da büyük devletlerin çıkarları bulunmaktadır.
Dünya kaynaklarını kullanmanın bilinen belli başlı iki yolu var. Ya barış içinde olağan ekonomi koşulları altında ticaret temelli adil bir paylaşım olacak ya da kaynakların mülkiyeti konusundaki beklentiler, savaşarak çözülecek. Bugün hâlâ çözümün çatışmalar yoluyla olmasının tercih edildiği anlaşılıyor. Başta gelişmiş ülkeler, dünyanın pek çok noktasında etnik, kültürel, dinsel ve sosyal çatışmaları körükleyerek buralarda güç ve egemenlik elde etmeye çalışıyorlar. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de izlediğimiz kanlı savaşın arka planı budur.
Bugünkü dünya durumu içinde küresel barışın sağlanması, kendiliğinden olabilecek bir gelişme değildir. Diğer yandan dünyada uzlaşmayı sağlamak için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler gibi küresel örgütler de çağa uygunluklarını kaybetmiş gibi durmaktalar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan küresel örgütler, bugünkü sorunları çözmek için yeterli olmuyor. Reel sosyalist sistemin çöküşünden sonra dünyada oluşan tek kutupluluk, andığım bu örgütlerin işleyişinde tek yanlılık oluşmasına vesile oldu. Dünyada güçler dengesinin mevcut olduğu daha olumlu bir durumda, yaşamakta olduğumuz kanlı savaşlar dönemini farklı bir biçimde geçirebilirdik.
Ne yazık ki; her geçen gün çıkarlara dayalı bir yaşam modeline ivmelenerek savruluyoruz. Bu durum, yalnız küresel düzeyde gerçekleşmiyor. Daha fazla tüketim anlayışına dayalı bireysel ve sosyal yaşam, ülke içinde de çatışmaların üst düzeylere tırmanmasına neden oluyor. Sosyal ve kolektif olanı, büyük bir hızla yitiriyoruz. Sosyalliğin ve kolektivitenin, bir arada barış içinde yaşamakla çok yakından ilgisi var. Ortak değerler ve ilkeler yok oldukça, bireysel kurtuluş yollarını arama ve bu konuda her şeyi mubah sayma, daha yaygın bir anlayış haline geliyor. Hedefinde sadece kendini kurtarma anlayışı olan bir bireyin ve bu tür bireylerden oluşan bir toplumun, küresel gerçeği kavramasını beklemek de hayal olur.