Bir zamanlar, güneşin hiç batmadığı bir ülke varmış.
Bu ülkede insanlar gündüzleri uyur, geceleri rüya görürmüş.
Rüyalar öyle büyüleyiciymiş ki, kimse gerçeği merak etmezmiş artık.
Rüyaların içinde bolluk, adalet, huzur varmış. Herkesin sofrası dolu, yüzü gülermiş. Fakat bir tuhaflık varmış: sofradaki ekmek her gün biraz daha küçülür, ama kimse bunu fark etmezmiş. Çünkü rüyalarda ekmek hiç eksilmezmiş…
Bu rüyaları onlara “ışığın efendisi” dedikleri biri gösterirmiş. Halk ona taparcasına inanır, sözlerini sorgulamazmış. Efendinin etrafında da, rüyaları süsleyen “hikâye anlatıcıları” varmış. Her sabah onlar yeni bir masal yazarmış:
Birinde dış düşmanlar ülkeyi kıskanır,
birinde hainler içeride pusuda bekler,
birinde sabırla bekleyenlere mükâfat geleceği söylenirmiş.
Ve halk bekler dururmuş…
Bekledikçe uyur, uyudukça unutur, unuttukça kaybolurmuş.
Ama bazıları, rüya ile gerçeğin arasındaki çizgiyi fark etmeye başlamış.
Bir sabah, bir kadın gözlerini açmış.
Sofrasındaki tabak boş, tarlası kurumuş, çocuğunun gözü umutla değil açlıkla doluymuş. “Ne oldu bize?” demiş sessizce.
Cevap gelmemiş.
O sustukça, masalcılar daha da yüksek sesle konuşmuş:
“Sen hainlerle birliktesin!
Sen karanlığın tarafındasın!”
Uyananları böyle susturmuşlar.
Kimini zindanlara atmışlar, kimine altın verip yeniden uyutmuşlar.
Birkaç cesur insan dışında herkes “gündüz uykusu”na geri dönmüş.
Derken bir gün, ışığın efendisi kaybolmuş.
Ne bir haber çıkmış, ne de yeni bir rüya…
Halk, ilk defa sessizliğin sesini duymuş.
Gökyüzüne bakmışlar — ilk kez gerçekten bakmışlar.
Ve o an anlamışlar:
Onları uyutan aslında karanlık değil, fazlasıyla parlak bir ışıktı.
Rüya bittiğinde, sofrada kalan tek şey bir kırıntıymış.
Ama o kırıntı gerçeğin tadını taşıyormuş.
Ve halk, yavaş yavaş uyanmaya başlamış.
Kim bilir, belki de uyanışın ilk sesi bir kadının fısıltısıymış:
“Artık uyumayalım…”
Kıssadan hisse:
Her uykunun içinde bir sabah saklıdır.
Kiminin sabahı erken gelir, kimininki asırlar sonra…
Ama gelir. Çünkü hakikat, eninde sonunda en derin uykuları bile bozar.