Ben diyeceğim ama kastım birinci tekil kişi değil, herhangi bir birey olacak. Ben doğmadan önce şekillenmiş bir yaşam tarzı, mekânsal kullanım, doğaya müdahale ve kurallar manzumesi var. Doğuşumla birlikte mevcut düzen uymam gereken şartlar olarak önüme konuyor. Kabul edip içime özümsemem gerektiği söylenen bir düzene doğuyorum. Ancak farkında bir kişi olabildikten sonra dünyayı, çevremi, bana dayatılan şartları ve yaşamı değerlendirme ve eleştirme imkânım olabiliyor.
Yaşamı değerlendirirken yansız olabilmeyi başarmak önemli... İnsan kendi çevresini, hatta kendisini eleştirebilir. Eleştiri yapmadığı veya yargılar üretmediği zamanlarda bile belli belirsiz değerlendirmeler yapar. İyiden ve olumsuzdan dersler çıkarır.
Eğer bir hayal dünyasında yaşamıyorsak ve yaşamı yanlış algılamıyorsak dışımızdaki yaşam, gerçekten dışımızda kalmayı sürdürüyor. Biz istediğimiz için güneşin batıdan doğmadığı gibi; her an için iç içe olduğumuz yaşam dahi bizim isteklerimize göre biçimlenmiyor. Yaşamımıza etki eden faktörlerin pek çoğu bizim dışımızda; doğrudan veya dolaylı olarak denetimimizde değil. Bu gerçeği kabul ederek, hayali beklentiler içinde olmak yerine daha gerçekçi uygulamalar peşinde koşmak kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayabilir. Olumsuz bir olay karşısında “Neden ben?” veya “Farklı olamaz mıydı?” türünde sızlanmalar, bizi doğru ve sağlıklı bir ruh haline götürmüyor.
Ruh sağlığı danışmanlar ve gerçek yaşam koçları farklı isimler verebildikleri bir üçlemeden söz ederler. Kişinin kendisiyle ve çevresiyle olan etkileşimine bakarak Sen, ben ve biz bakış açılarını (kişi kalıplarını) kurgularlar.
Buna göre; sen kalıbına uygun insanlar, fazlaca çevrelerine bağımlı olarak yaşarlar. Onlar için başkalarının ne diyeceği, kendilerinin ne düşündüğünden ve yapacağından daha önemlidir. Bir başka deyişle; kısıtlara ve sınırlara göre yaşar bu insanlar. Bunlara ortayolcu dendiği de olur. Kraldan fazla kralcı denen türde karakterler de bu gruptan çıkar genelde. Herşeyleri çevreye göre tanımlanmış olduğundan şikâyet ve sızlanma da adeta karakterlerinin ana belirleyicisidir.
Ben kalıbı daha kolay tahmin edilebilir. Bu bakış açısındaki ben, kişinin kendisidir. Bazılarının yaşamlarında hak etmedikleri ölçüde, ben fikri öndedir. Söylemleri ben ile başlar, ben ile sürer, ben ile biter. Ben kalıbının ölümü bile bencilcedir. Ondan iyisi yoktur. O, en iyisini bilir. Asla yanlış yapmaz. Herkese onu odak ve referans alarak davranmak zorundadır. Yaşamının odağında o vardır. Bu türün her adımı ben sözcüğü ile başlar, ben sözcüğü ile biter. Bu kişiler, çevresel faktörleri dikkate almazlar. Diğer insanların ne düşündüklerinin ve bireysel beklentilerinin fazla değeri yoktur onlar için. Başkalarının yerine düşünme ve yapma alışkanlıkları gelişmiştir. Bağımsız olma hakkına sadece kendileri sahiptir, diğerleri zaten kaynağından köledirler.
Çevremi gözlediğimde ve tanıdığım kişileri göz önüne getirdiğimde; en fazla yanlışın, biz kalıbı konusunda yapıldığını görüyorum. Biz kalıbı, genel olarak iki insan arasındaki ilişki olarak anlaşılıyor. O ilişkide de bir tarafın diğerinin tapusunu alma girişimi, “biz olmak” veya “biz olmanın meşruiyeti” olarak anlaşılıp anlatılıyor. Hâlbuki bir olmak için önce bireysel temelde bütün ve özgür olmak gerekiyor. Zihinsel ve duygusal olarak zincirli bireylerin gerçek anlamda biz olması mümkün değil…
Biz olmak önce yaşam çevresinin farkında olmak demek... Biz olmak, yaşam çevresini oluşturan değerlere saygı duymak demek... Bireyler olarak hoşgörüyü, yaşamımızın doğal unsurlarından biri yapmadan biz olmamız mümkün değil. Biz bakışını yakalayabilmek için sevgi, saygı, hoşgörü ve empatiden kaynaklanan bağlılıkla birey olmaktan kaynaklanan bağımsızlığımızı bir hamur yapabilmiş olmalıyız. Işık ile gölge, siyah ile beyaz birlikte var. Siyah ve beyaz gibi; bağlılık ve özgürlük bir arada var olduğunda yaşamın renkleri belirmeye başlıyor.