1240 yılında, Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı, eski adı Sarıköy, yeni adı Yunusemre Mahallesi’nde; dünya şiirinde uzman kişilere göre “Homeros’tan sonra gelen en büyük, en incelikli şair ve derviş” olarak anılan Yunus Emre doğdu.
Benim de köklerim bu topraklardan gelir. Anadolu toprağına karışmış bir sevgi, derin bir bilgelik var içimde. Daha çocukken bile o derinliği hissederdim: kimseyi yargılamamayı, sevgiyi içimde bir nakış gibi taşımayı... Bu, Anadolu’nun bize hediyesi olan Yunus’un insanlık mirasıdır.
Yunus’un hikâyesi, aslında hepimize defalarca sorulmuş bir sorudur: “Himmet mi istersin, buğday mı?”
Kıtlık günlerinde Yunus buğdayı seçti; sonra pişman olup geri döndü. Bu kez “himmet isterim” dedi. Hacı Bektaş-ı Veli onu Tapduk Emre’ye yönlendirdi, o da kırk yıl boyunca Tapduk Emre’nin dergâhında hizmet etti. Bu kırk yıl, yalnızca bir dervişin eğitimi değil, Anadolu insanının ruh terbiyesinin sembolüdür.
Yunus, arı Türkçesiyle dile getirdiği sevgiyi, hoşgörüyü, doğruluğu Anadolu’nun bağrından alıp dünyaya taşıdı. Aradan yedi yüz yıl geçti.Onun dili; dervişliğin değil, insanlığın diliydi. Ama bugün, Yunus’u anmak kadar anlamakta da zorlanıyoruz. Ülkemizde, hatta Yunus’un doğduğu bu şehirde bile, o mirası gerektiği kadar yaşatabildiğimizi söylemek zor.
Bunun bir nedeni, kültür politikalarının yüzeyselliği.
Bir diğeri ise günümüzün “popüler kültür” tuzakları.
Televizyon ekranlarında, gündüz kuşağı programlarında, sahte kahramanlar, incelikten uzak, reyting uğruna parlatılmış figürler bize “normal” gibi sunuluyor. Para ve güç için her şeyin mübah sayıldığı bir çağdayız.
Oysa bu topraklar, yedi yüzyıl önce sevgi, doğruluk ve hoşgörüyle yoğrulmuştu.
Bugün o ruhun yerini gösteriş, öfke ve rekabet aldı.
Anadolu’nun taşında, toprağında, türküsünde yaşayan sevgi kültürü hiç olmadığı kadar saldırı altında. Nefreti meziyet sanan liderlerden, popülizmi erdem sanan kitlelere kadar herkes bir şekilde “buğday”ın peşinde. “Himmet” diyenlerin sesi ise neredeyse duyulmuyor.
Evet, ekonomik şartlar ağır.
Ama bir toplumu ayakta tutan yalnızca ekonomi değildir.
Bir toplum, kültürüyle, diliyle, vicdanıyla yaşar.
Parası olan ama kültürünü yitirmiş toplumlar, eninde sonunda huzurunu da kaybeder. Bu, tarihin değişmeyen yasasıdır.
Bugün “hard kapitalizm” adı verilen sistem, güçlünün güçsüzü ezmesi üzerine kurulu. Fakat bu düzenin nereye kadar sürebileceğini kimse bilmiyor. Çünkü ekonomik ve kültürel uçurumlar derinleştikçe, toplumsal denge de bozuluyor. Bir toplumda, birbirini dengeleyen değerler kalmadığında, orada insanlık da çatırdamaya başlar.
Yunus’un öğrettiği gibi:
“Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
O yalın sözler, bugünün dünyasına hâlâ fısıldıyor.
Bize, “Buğdayın da gereği var ama himmeti unutan, kendini unutur,” diyor adeta.
Yunus’un topraklarında doğmuş biri olarak biliyorum ki; bu ülke hâlâ o sevgiden, o hoşgörüden beslenebilir. Yeter ki “himmet”in anlamını yeniden hatırlayalım.
Çünkü bu topraklarda asıl bereket, buğdayda değil; insanda gizli