Eğer o ekosistemin içinde yaşıyorsak alışkanlıklar sonu olarak değişimi görmek zor olabiliyor. Bahçenin bir kenarında beklenmedik bir şekilde büyüyen bitkileri görmüşsünüzdür. “Dün yoktu, bugün var” diyebilecek bir hızla ortaya çıkıvermiştir. Bilinmeyen bir nedenle oraya düşen tohum uygun zaman geldiğinde, bir bitkiye dönüşüverir. Bazı yerleşimlerin büyümesi de böyledir. Tarihin bir anında birkaç hane ile başlayan bir insan topluluğu, zamanla büyüyerek büyük bir insan yerleşimine dönüşür. Yıllar ilerledikçe anayollar üzerindeki küçük köy ve kasabaların nasıl büyüdüklerini gözlemişsinizdir.
Yerleşimler her zaman kendi dinamikleri ile gelişmez. Kimi zaman bilinçli ve planlı faaliyetler; köylerin, ilçelerin veya kentlerin oluşumuna neden olur. Dünyada planlı ve programlı olarak yaratılmış çok sayıda kent örneği bulunmaktadır. Eğer planlama kendiliğinden gelişmenin çok uzağında kalırsa bir geri dönüşü olmayan yola girilmiş demektir. Mevcut bir kenti bulunduğu olumsuz bir durumdan sağlıklı olana doğru dönüştürmek zamanında önlem almaya oranla çok daha zor olabiliyor.
Bir kenti, plan dışı tutarak kendi başına büyümeye bırakırsanız; karşımızda iki ihtimal var demektir. Ya kent, zaman içinde küçülür ve yok olur ya da aşırı ve şekilsiz bir büyümeye uğrayarak bir sorunlar yumağı haline dönüşür. Bir kentin, bir sorun üreteci haline gelmesinin yollarından birisi, o kentin yöneticilerinin yerleşimle ilgili geleceği görmekteki zorlukları ve zafiyetidir. Ülkemizde görme ve tanıma imkânı bulduğum pek çok kentin, gerçek anlamda yönetim sorunları yaşamış olduğunu biliyorum. Geçmiş yönetim dönemlerinde alınmayan önlemlerden ve kentsel vizyoneksikliğinden dolayı bazı yerleşimlerimiz tıkanma noktasına gelmiş durumda. Böyle bir kentsel sorun yığılması, ilerleyen zamanda problemlerin çözülmesini çok pahalı veya imkânsız hale getiriyor.
Aşırı büyümüş ve kalabalıklaşmış kentleri sevmiyorum. O tür kentlerde kendimi kaybolmuş hissediyorum. Bunu anlatırken de kentin ulaşımda, hizmetlere erişimde, fiziksel boyutlarda –ve daha birçok şeyde– insan ölçeğini aşmaması gerektiği biçiminde ifade ediyorum. Dünya üzerinde dengeli ve sağlıklı gelişmiş pek çok kentin aşırı ve dengesiz biçimde büyümenin aksine belli büyüklük sınırları arasında kalmış olduğunu hatırlatmak isterim.
Bir yurttaş veya bir kuruluş olarak yaşadığımız kentle ilgili bir konuda kesin tercihimiz olmalı. Kentin gelişim süreci hakkında fikrimiz ve öngörülerimiz olmalı ve bunu gerekli biçimde yansıtmalıyız. Çünkü bu kent, onu yönetenlerden daha fazla, burada yaşayanlara aittir.
Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere çok veya hızlı gelişmiş kentlere baktığımda; hiç de iç açıcı manzaralar görmüyorum. Konut kalitesinden içme suyuna, trafikten enerji şebekelerine kadar pek çok sorun yoğun biçimde yaşanıyor. Bazı sorunlar var ki; onlar da yakın bir gelecekte kapıya dayanmaya hazırlanıyorlar. Örneğin bazı kentlerin kimi semtlerinde oluşacak köhneleşme bölgelerinin yaratabileceği sorunlar hakkında yeterli öngörümüz henüz yok.
Genelde kent merkezinin aşırı yoğunlaştırılması ile çılgın biçimde artan kent rantı, önümüzdeki dönemde ‘kentsel yaşamın bataklığı’ olmaya adaydır. Aşırı artan kent rantı ile baş etmek; ne kişilerin, ne yerel yönetimlerin, ne de merkezî devletin baş edemeyeceği noktalara gelebilir. Bazı mega kentlerin gidişatı, bu konuda ders niteliğinde bir örnektir.
Yaşadığımız kentin bireyleri ve kuruluşları olarak, kentimizin ne kadar büyüyeceğine, büyüme biçiminin nasıl denetleneceğine ve büyümenin nasıl planlanacağına karar vermemiz gerekiyor. Bu kararı da asla birkaç kişinin ya da üç beş uzmanın kişisel tercihlerine bırakmamalıyız.
Eğer yaşadığınız kentsel yerleşimde kendinizi kaybolmuş ya da boğulmuş hissediyorsanız öncelikle bir ölçek sorunu yaşadığınızı söyleyebiliriz. Asla canlı yaşam çevresi ve insan ölçeğini kaybetmemeliyiz. Doğadan uzaklaştıkça insandan da uzaklaşıyoruz.