Uygarlık ile birlikte kentler kalabalıklaşıyor; bu da biteviye yeni sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Kent ile ilgili yapılabilecek her şeyi yapamadığımızdan olmalı ki; kentin ‘ihya edilmesi (ihya edilip edilemediği)’ konusunu hâlâ tartışıyoruz. Diğer yandan bu konuda kent halkının ne düşündüğü hakkında ilgili olması gerekenlerin pek de ‘dertlendiği’ yok. Buna karşılık tartışma, her zaman olduğu gibi ‘siyasetçilerin’ kendi gündemlerinde kalmaya devam ediyor; ‘sen, ben, bizim oğlan, bir de bizim kız’ kendi aralarında ‘siyasal medya güreşi’ tutmaya devam ediyorlar. Tüm bu olup bitenden anlıyoruz ki; siyaset, halkın dışında ayrı bir kategoridir ve kendi ‘iktidar ve rant’ sorunlarıyla uğraşmaktan başka ‘şeylerle’ ilgilenmemektedir. Özetle; siyasetin derdi, sadece kendini ‘ihya etmektir’, başkaca ‘derdi, tasası’ yoktur.
Kent, bir kimliktir. Daha doğrusu; kentin bir kimlik olması beklenir. Kent kimliğini oluşturan temel değerler, o yerleşmenin tarihsel kökleri ile sosyal ve kültürel birikiminden kaynaklanır. Bu değerler, kent belleğinden kuşaklar arasında taşınır.
Kent belleği, bir süreklilik ifadesidir. Kentin sağlıklı bir belleğe sahip olabilmesi için kentin geçirdiği aşamaların birbirine bağlantılı olması gerekir. Kent, tarihsel gelişimi içinde mekân kullanımını ve fonksiyonları birbirine eklemleyerek yürümelidir. Eğer bu yürüyüş, yıkarak ve yok ederek gerçekleşirse, kent de kısa sürede kimliğini ve belleğini yitirir. Özetle; eğer kenti ‘ihya edecekseniz’, ilk dikkat etmeniz gereken konu, kentin kimliğinin ve belleğinin yok edilmemesidir.
Kent kimliği, o kentin sokaklarında dolaşırken veya fiziksel mekânlarını kullanırken edindiğiniz izlenimdir. Bu izlenimdir ki; kentleri birbirinden farklı kılar. Bu fark ise genelde o bölgedeki tarihsel ve geleneksel yerleşim dokusu ile oluşur. Eğer farklı bölgelerdeki iki kent, küreselleşmenin etkileriyle veya tüketim çığırtkanlarının güdülemesiyle birbirini andırmaya başlamışsa, her iki kent de kimliğini ve belleğini yitiriyor demektir. Bu, aynen toprağın erozyonla yok oluşu gibi geriye dönüşü olmayan bir gidiştir; ‘eyvah’ dediğiniz gün, dönüşü olmayan bir yoldur.
Gerçekten yaşadığımız dünya zamanında özellikle küresel yönelimlerin etkisiyle kent mekânları hızla benzeşmeye başlamakta, kentlerin ayırt edici özellikleri kaybolmaktadır. Bu nedenle örneğin yaşadığımız şehri dünyanın adı bilinen kentlerine benzetmeye çalışmak, geleneği ve kültürü yok etmeyi hedefleyen küreselleşmenin ‘ekmeğine yağ sürmek’ anlamına gelir.
Bugün ulus ötesi şirketler, ulusal ve kentsel kimliklerin önüne geçer biçimde hızlı bir yatırım anlayışı içindedirler. Hızlı tüketim sektöründe yer alan dev şirketler, kentlerin kimliklerini yok ederek, oraya kendi kimliklerini yerleştirmek üzere üstün bir gayret içindedirler. Tüm dünyada kentler, özgün ve farklı değerlerini yitirerek ünlü markaların baskın çıktığı mekânlar haline dönüşmektedir. Ne yazık ki, kent yöneticileri de ‘gelişme veya modernlik’ adına bu yok oluşun ortakları olmaya devam etmektedir.
Şu farkı anlamamız gerekiyor. Bir kentin başarısı, o kentin dünyaca ünlü markalara mekân olması ile ölçülemez. Eğer bu tür ‘hızlı tüketim markaları’ kentin başarısına katkı koyacaksa, bunların da doğru biçimde kentin ekonomik, sosyal ve kültürel sürekliliğine eklemlenmesi gerekir.
Mekân kullanımı ve fonksiyon değişimlerinin denetlenmesi, öncelikle o kentin yöneticilerine aittir. Ama ne yazık ki; bugün yaşadığımız deneyim, pek çok bölgede yerel yöneticilerin de kentin sürekliliğinin yok edilmesine ortak olmaları şeklindedir. Küreselleşme ile yapılmış bu ‘bilinçsiz’ ortalık devam ettiği sürece, kentlerimiz özgünlük ve farklılıklarını kaybetmeye devam edecektir. Sonunda geriye bir büyük doğal felakete bile ihtiyaç bırakmayan yok edilmesi neredeyse imkânsız olan beton kütleleri kalacak.