Kent sadece yollardan, binalardan ve mobilyalardan ibaret değil. Hatta bu listeye kentte yaşayan insanların eklenmesi de resmi tamamlamıyor. Bir kenti, daha önceki yerleşim türlerinden ayıran önemli farklardan biri olan kültürü anmadan bir bütünden söz etmek mümkün olmaz. Bu bağlamda da o kentsel kültürün gelenekten demokrasiye, yönetimden yaşam biçimlerine kadar pek çok yönünü ele almak gerekir.
Plan sözcüğü kentlerimize çok yabancı değil… Ama kent ölçeğinde planlama kavramını, tek tek yapıların planı veya çok teknik düzeyde ele alınan imar planı anlayışının ötesinde geliştiremedik. Planlamaya aşırı teknik bakış, kentlerin sadece fiziksel yapısı ile ilgilenmemizi sağladı. Bu tür teknik planlar, adeta kente bakışımızda at gözlüğü oldu. Kentin fiziksel yapısının ötesinde kültürden, gelenekten, tarihten veya sosyallikten kaynaklanan bir ruhu olduğunu gözden kaçırdık.
Eğer kenti sadece fiziksel olarak görme alışkanlığında iseniz, kent ölçeğinde yönetim başarısını da ne kadar çok asfalt döktüğünüz veya kaç ton beton harcadığınız ile ölçmeye başlarsınız. Böyle bir durumda kentin her noktası, insanların soluk almasına izin vermeyen beton binalar, bat-çık’lar, sevimsiz alt-üst geçitler ve doğayla uyumlu olmayan asfalt yollarla dolup taşar.
Kent planlaması kulağımıza hoş geliyor. Bu konuda çalışan uzmanlarımız var. Ama kent planlaması anlayışının hepimizi içine alan bir şemsiye olduğunu söylemek zor…Bugünkü kentsel planlama yaklaşımları, dört duvar bir hapishaneye kent halkını doldurmaya benziyor. Sonuçta; bir yandan doğaya yabancılaşırken, yaşamımızda soluk alınamaz hale geliyor.
Bir nokta sizin de ilginizi çekiyor olmalı. Bugünkü kent planlaması anlayışı ile bulmaya çalıştığımız her çözüm, kısa sürede yeni bir probleme dönüşüyor. Çözümler üreteyim derken aslında yeni problemler yaratıyoruz.
Bugün yaşadığımız kent sorunlarının ciddi bir bölümünü, artık iyiden iyiye çürümüş olan siyaset sistemimize borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü vatandaşlara ait olması gereken bir kenti, seçim sonrasında yerel yöneticilerin insafına bırakıyoruz. Bir anlamda kenti yaşam çevremizi seçilmiş yerel yöneticilere emanet ediyoruz. Ama bu durum, bir yazarın ifade ettiği gibi bir emanetten ziyade, bir hibe mekanizmasına dönüşüyor. Yerel yöneticileri kent üzerinde kendi talep ve beklentilerini –teşbihte hata olmasın– adeta talim ediyorlar.
Yerel yöneticileri böyle bir davranış modeline yönelmeye teşvik eden unsurların başında, öncelikle planlama sürecinin katılımcı olmayışı geliyor. Bunu kamu kaynaklarındaki katılımı dışlayan süreç takip ediyor. Yerel yönetim plan ve bütçelerinin halk tarafından denetlenemeyişi de eklenince; kentin yöneticiye emanet değil, hibe edilmiş olduğu süreci doğrulanmış oluyor.
Kent planlamasındaki açılımları tam olarak kavrayabilmek için dünyadaki örnekleri yakından izlemek lazım. Mutlu insanların yaşadığı kentlerde planlama ve bütçeleme sürecindeki katılım unsurları kolayca görülecektir.
Bir kent, kendi sosyal aktörlerinin farkında olmalıdır. Bu aktörlerin kentin gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinde doğrudan yer almasını sağlamalıdır. Bunun sağlanamadığı durumlarda kentte yaşamadan kaynaklanan mutluluğu yükseltmek mümkün görünmüyor.