Mutluluk bir yaşam biçimi, bir özlem, bir kavram, bir sözcük veya bir felsefi problem olarak değişim görünümlerde de olsa –ifade edilerek, susarak ya da farkındalığa dönüşmeden–her birimizin yaşantısında yer alır. Sanki bir bireysel vizyon ya da hasret uzaklığında ‘Mutluluk’ diye bir ülke vardır ve biz çabayla veya şansla oraya ulaşmak isteriz. Gerçekten ‘Mutluluk’ diye bir ülke var mı? Oraya ulaşarak bize (ben’e) ayrılmış, ömür adını verdiğimiz zaman dilimini geri dönüşsüz biçimde mutlulukla donatabilir miyiz? Çabayla, tesadüflerin iteklemesiyle veya manevi bir teşvikle bir ‘bütünsel mutluluk’ algısına sahip olabilir miyiz?
Genel olarak insan yaşamını incelediğimizde bir kişinin yaşamının her anını mutlu diyebileceğimiz şeklinde sürdürmediğini görüyoruz. Mutlu ve mutsuz anlar karışık ve düzensiz bir şekilde yaşanıyor. Çevrenin, toplumun ve bireyin yakın ve uzak çevresindeki hızlı değişim ve karmaşıklaşma süreci bir mutlu anı bir diğer mutlu ana eklemlemeyi giderek zorlaştırıyor. Sonuç olarak indirgeyip özümsüyoruz ki, ‘sonsuz mutluluk’ diye bir şey yok.
Siyahın ve beyazın, ışığın ve gölgenin, aydınlığın ve karanlığın birlikte var olduğu gibi mutlu ve mutsuz anlar da çakışarak veya peş peşe birlikte var oluyor. Ama hâlâ sormamız gereken bir soru daha sırada bekliyor. Gözlemlerimiz bize, diyelim ki bir hayali ortalamanın üstünde olarak mutlu veya altında kalarak mutsuz (daha az mutlu) olan insanlar olduğuna dair işaretler veriyor. Kısacası mutlu olan herkes aynı ölçüde mutlu veya mutsuz olan herkes aynı oranda mutsuz değil. Dolayısıyla mutluluğun veya mutsuzluğun ölçülebilir (skalar) olmayabileceği konusunda önemli gözlemlerimiz var.
Mutluluk tüm çağlar boyunca felsefenin değerli konularından biri olmayı sürdürdü. Önceleri felsefe alanı değişik bilim dalları ile psikolojiyi de içeriyordu. Daha sonraları her bir bilim dalı ve disiplin felsefeden ayrılarak kendi haritasını oluşturdu. Mutluluk kavramını (hatta kurumunu) konuşurken felsefenin ilk haline dönerek insan bedeniyle ilgili bilimler ve psikolojik disiplinlerden de dayanak olarak yararlanmak uygun olur.
Örneğin bilimin günümüzde ulaştığı noktada beynimizin salgıladığı veya değişik organlarca salgılanmasına yol açtığı kimyasalları dikkate almayan bir mutluluk yaklaşımı olamaz. Bu kimyasalların salgılanmasındaki ‘etkililik ve verimlilik’ özelliklerinin kendimizi daha iyi veya daha kötü (mutlu veya mutsuz) hissetmemize neden olduğunu artık biliyoruz. İnsanların kendilerine etki eden olay ve şartlara –kendi niteliklerine bağlı olarak– bu kimyasalların salgılanmasıyla tepki verdikleri artık bir sır değil. Bedenin kısaca özetlenen bu niteliğinin atalardan ve ebeveynden miras alınan genetik kökenleri olmalı. Dolayısıyla bir ortalama değer olarak ne denli mutlu veya mutsuz yaşayacağımız (en azından mutlu veya mutsuz hissedeceğimiz) daha doğuştan başlayarak genlerimiz tarafından belirleniyor. Sözün özü; bazı insanlar mutluluğa, kimileri ise mutsuzluğa daha yatkın olarak doğuyorlar.
Ama mutluluğun (veya mutsuzluğun) tek açıklaması genetik değil. Kişisel gelişim disiplininin birey üzerindeki olumlu veya dış çevre şartlarının kişisel duygu – düşünce yapısı üzerindeki olumsuz etkilerine baktığımızda başka faktörlerin de devrede olması gerektiği ortaya çıkıyor. Kişinin yaşadığı çevrenin kendi etkileri, etrafındaki kişilerle ilişki ve etkileşimi, maddi durumu vb. gibi faktörler mutluluk ölçüsünün belirlenmesine katkı yapıyor. Ama bu tür faktörlerin temel belirleyici olmadığı da ortadadır. Bu faktörlerden biri ya da birkaçıyla ilgili olumsuz şartlara sahip kişilerin de mutlu olabildiğini gözlüyoruz. Anlaşılan o ki, çevre şartları mutluluk düzeyinin belirlenmesinde etkili, ama baskın bileşen değil. Örneğin insanların sosyal yönden çok gelişkin bir çevrede zenginlik şartlarında yaşamaları mutlu olmalarını sağlamıyor.
Bir diğer yaklaşım; doğumdan sonra çevre şartlarına ve olaylara tepki vererek bir ‘zihinsel harita’ (etki-tepki modeli) oluşturuyor olmamızdır. Bu harita, şartları ve olayları algılayıp yorumlarken kullandığımız pozitif ve/veya negatif özelliklere sahip filtredir. Bu filtrenin pozitif psikoloji temelli kişisel gelişim faaliyetleri ile belli oranda dönüştürülmesi mümkün oluyor. Genetik kökenimize ve çevre şartlarımıza rağmen mutlu olabilmeyi belli oranda da olsa öğrenebiliyoruz. Bu ‘bilinmeyen’ oran, kişisel gelişim faaliyetlerinin başarısı oluyor.
Neden Mutlu ya da Mutsuz?
Mutluluk bir yaşam biçimi, bir özlem, bir kavram, bir sözcük veya bir felsefi problem olarak değişim görünümlerde de olsa –ifade edilerek, susarak ya da farkındalığa dönüşmeden–her birimizin yaşantısında yer alır. Sanki...