Virüs salgını, pek çok insanı ölüm ve korku kavramları ile karşı karşıya getirdi. Her ne kadar “mesele ölmek değil, yaşamak” olsa da ölüm korkusu daha yakında hissedildi.
Olağandışı bir olumsuz durumla karşılaştığımızda korkarız; korktuğumuzu hissederiz. Ama öyle korkularımız vardır ki; adeta kişiliğimize, kimliğimize yapışmıştır. Bu tür korkuların ayırdına varmak son derece zordur. Karakterimizin doğal bir parçası haline gelmiş olan korkularımızın kendini en iyi ifade ettiği anlar yeni başlangıçlardır. Ne zaman yeni bir mücadeleye adım atsanız, bu korkular insanın ayaklarına zincir, gözlerine bağ, diline acı olur. Kişiyi hareketsiz hale getirir. çoğu zaman kişiyi hareketten engelleyenin ne olduğunu kavramak da hiç kolay değildir.
Kaç tane insan varsa o sayıda yaşama ilişkin kural var. Korkular da böyledir. Herkesin korku algısı ve korku eşiği farklıdır. Bir kişi için ciddi öneme sahip bir korku algısı, bir başkası tarafından dikkate bile alınmayabilir. Bazen korkular, fırsatları kaçırmak için ‘uygun’ vesilelerdir. Korku ile girişimde bulunmaktan kaçınarak veya kuşku nedeniyle doğru adımı atamayarak ciddi fırsatları yitirdiğimizin farkına bile varamayabiliriz. Bu, çok yaygın bir durumdur.
çoğu zaman heyecan veren işler yapmakla korku birbirine karıştırılır. Diğer yandan son derece olağan karşılamamız gereken korkularımız da olabilir. Bir kişinin, sevdiklerini yitirmekten korkması kadar olağan ne olabilir? Ama korku, kişinin özgür yaşamının önünde engeller oluşturuyorsa bununla ilgili önlemler almak kaçınılmaz hale gelir. Korku, yüzme bilmeyen insanın denize ilk adımı atmasıdır. çünkü korku ifadesi, insanın tanımlı güvenlik bölgesinin dışına çıkmakta olduğunun işaretidir. Böyle bir durumda korku, bir yandan dikkatli olmak konusunda iyi bir ders oluştururken, diğer yandan da aklın ve duyguların önünde engel görevini yerine getirebilir.
Her birey, farklı bir yaşam süreci deneyimi yaşıyor. Ama hepimizin paylaştığı, kesin olan iki olay var. Doğuyoruz ve ölüyoruz. çevremizde başka doğumlar ve ölümler gözlüyoruz. Bunlar hakkında kendi süzgecimizden geçmiş algılar ve düşünceler oluşturuyoruz. ölümünü önceden hissettiği söylenenler var. Gerçekten romancı Tolstoy’un söylediği gibi; bir kış gecesinin gelişi gibi ölümün de gelişi kaçınılmazdır. Zamanı durdurmak mümkün değil; ne yaparsak yapalım, zaman ilerleyecek ve o gecenin gelişi gibi ölüm de gelecektir.
Günlük yaşamda yazdan kış gecesine hazırlanıyoruz. Yaşadığımız mekânda gerekli hazırlıkları yapıyoruz; sağlığımız ve giyimimizle ilgili gerekli önlemleri alıyoruz. Tolstoy, ‘Bir kış gecesine hazırlanır gibi ölüme de hazırlanmak mümkün müdür?’ diye soruyor. Sonra kendi bakış açısından şöyle cevaplıyor bu zor soruyu: “ölüme hazırlanmanın biricik yolu, gerçekler ve erdemlerle dolu bir yaşamdır. Yaşam, ne denli erdemlerle doldurulursa, ölüm korkusu da o kadar azalır. Sonsuz yaşam vardır.”
Sûfyan üs Sevrî, 8’inci yüzyılda yaşamış ünlü bir Arap kelâmcıdır. Kelâm, ilahiyatta Tanrı’nın varlığını ve İslam’ın doğruluğunu konu edinen alt bilim dalıdır. Bütün eserlerini ölürken yaktırdığı rivayet edilen Sûfyan’a ait olduğu söylenen özdeyiş şöyledir: “Büyük bir kalabalık, bir yere toplansa ve birisi; ‘İçinizden her kim ki, akşama kadar yaşayacak, ayağa kalksın’, dese kimse kalkmaz. Şaşılacak olan durum odur ki; eğer onlara ‘Akşama kadar ölecek olup gerekli hazırlığı yapanlar ayağa kalksın’, dense gene ayağa kalkan kimse olmaz.” Sûfyan’ın bu söylediklerini, Tolstoy’un sözlerine bağlamak, sanırım mümkün… Ne yaşayacakmış, ne de ölecekmiş gibi bir yaşam sürdürüyoruz. Ancak korkular kapımızı çaldığında aklımıza ölüm geliyor.
ölümü akla getirip korkmanın ilginç yanlarından birisi, “Vay canına; ne kadar da boş yaşamışım. İyi şeyler yapacak hiç zamanım olmamış” fikrini itiraf etmek değil midir? Evrende yaşayıp öğrenebileceğimizden çok fazla şey var. İnsan ömrünün var olan tüm deneyimi edinmesi mümkün değil. Ama elde olan yaşam koşullarında erdemli bir ömür sürdürmek, pekâlâ mümkün… Eğer bu ömür, kendi akışı içinde bir kişisel bilgelik oluşturabilirse, ölümden korkmanın gereği de kalmaz. Bilgelik yolu, ölüme hazırlığı da kapsar.
İnsan, ışıkla gölgeyi birlikte öğrenir. Doğum ve ölüm de birlikte öğrenilen iki gerçektir –bir anlamda yaşamın ilk ve son gerçekleri… çoğu zaman doğum sevindirirken, ölüm bizi üzer. Bu satırları ömer Hayyam ile bitirmek uygun düşer: “Niceleri geldi neler istediler. / Sonunda Dünya’yı bırakıp gittiler. / Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi? / İnan; o gidenler de hep senin gibiydiler.” ölüm, yaşamı anlamlandırıyor. Muhtemelen yaşam da ölüme anlam veriyor. ölümü iyi anlamak, yaşamın kavranmasını kolaylaştırıyor.