TV kanallarını ve sosyal medyayı izlerken aklıma ilginç sorular takılıyor. Genelde bir şarkıcı, bir sahne sanatçısı, daha az oranda bir bilim insanı veya bir yazar ölmeye görsün; rahmetli, yaşarken görmediği ilgi ve sevgiye mazhar oluyor. Kendi kendime “Bu memlekette kişi ölür, seveni artar” diye bir sonuç çıkarasım geliyor. Değer bilmeyen bir kültürümüz olduğu için mi acaba? ölüm konusu ile ilgisi olmasa da; bunun hemen peşine “Hiç kimse kendi köyünde ‘peygamber’ olmaz” deyişini ekleyesim aklıma geliyor.
İnsan doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Her birimize tahsis edilmiş adeta farklı ve özgün bir zaman dilimi var. Yaşam dediğimiz bu sürenin başlangıcı bizim dışımızda oluşuyor. Ne zaman sona ereceği konusunda da bilgi sahibi değiliz. Kim olacağımız gerçeğinin bazı unsurları daha önceden belirlenmiş şartlarla belirleniyor. Kendimizi biraz bilip yola çıktığımızdan itibaren kendi kimlik ve kişiliğimizi oluşturmaya başlıyoruz.
Sonu bilinmeyen bir geleceğe ilerlerken geliştirdiğimiz beceri ve yeteneklere de bağlı olarak her birimizin farklı şans ve tercihleri oluyor. Sona ulaştığımızda ise durum daima benzerlik gösteriyor. Bir önceki an varsın ve bir an sonrasında yoksun. Bir günden daha kısa bir zaman önce bir kol uzaklığında, bir ses mesafesinde olan bir insanı yitirdiğinde ne olup bittiğini anlamak çok daha zor oluyor. Bir an önce tam da şuracıktaydı, ama şimdi yok. Algılaması da, inanması da çok zor…
Yitirdiklerimiz birkaç nedenle içimizi acıtır. Acıyla da olsa onları anmak isteriz. Bunun ilk muhtemel nedeni ona olan sevgi ve saygımızdır. Sevmek ve saygı duymak için zamanın akışı içinde kaybolan kişinin çok özel bir niteliği olması gerekmez. Severiz – hepsi bu. İkinci genel nedenimiz ise onun kaybıyla birlikte marka olarak öne çıkmış bir idolün yok olmasına duyduğumuz üzüntüdür. Böyle isimler gazete manşetlerinde, medya haber kuşaklarında görkemli biçimde anılır.
Ama iyi anılmak için makam sahibi veya ün olmak zorunlu bir şart mıdır? Yaşamımızda tesadüfler sonucu da olsa yer alan öyle insanlar var ki, onlarla birlikte nice engeller atlıyoruz; o olmasa aklımıza bile gelmeyecek işleri birlikte başarıyoruz.
Her birey farklı bir varoluş deneyimi yaşıyor. Ama hepimizin paylaştığı, olağan ve aynı derecede kesin olan iki olay var. Doğuyoruz ve ölüyoruz. çevremizde başka doğumlar ve ölümler gözlüyoruz. Bunlar hakkında kendi süzgecimizden geçmiş algılar ve düşünceler oluşturuyoruz. ölümünü önceden hissettiği söylenenler var. Gerçekten romancı Tolstoy’un söylediği gibi; bir kış gecesinin gelişi gibi ölümün de gelişi kaçınılmazdır.
Zamanı durdurmak mümkün değil; ne yaparsak yapalım, zaman ilerleyecek ve o gecenin gelişi gibi ölüm de gelecektir. ölüm, yaşamı anlamlandırıyor. Muhtemelen yaşam da ölüme anlam veriyor. ölümü iyi anlamak, yaşamın kavranmasını kolaylaştırıyor. Yaşamı anlamlı kılan bir diğer kavram ise sevgi… Sevgi adeta yaşam ile ölüm arasındaki uzun ya da kısa yolun ilmek ilmek örgüsü oluyor.
Her ölüm bize yaşam hakkında yeni ipuçları veriyor. Bunları doğru okuyup değerlendirebilirsek belki daha nitelikli bir yaşamı yakalayabiliriz. Diğer yandan evrende yaşayıp öğrenebileceğimizden çok daha fazla şey var. İnsan yaşamının tüm muhtemel deneyimi edinmesi mümkün değil. Dışımızdaki hayatın ve kendi varoluş tercihlerimizin etkileri altında sürüklenerek de ola uygun olduğunu düşündüğümüz bir şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Eğer bu ömür kendi akışı içinde bir bilgelik oluşturabilirse ölümden korkmanın da gereği kalmaz. Varış noktası belli olmayan bilgelik yolu ölüme hazırlığı da kapsar.
İnsanı sevmek, ilgilenmek ve anmak için ölmesini bekleme! Yaşayanı yaşamın içinde de sev!