Toplumumuzun ciddi bir oranı gençlerden oluşmasına rağmen bunların sivil toplum çalışmalarının uzağında durduklarını gözlüyoruz. Benzer şekilde nüfusun yaklaşık yüzde 50’sini oluşturan kadınlar da sivil toplum etkinliklerine katılmaktan uzak duruyorlar. Vatandaşlar, bir araya gelerek sorunlarını elbirliği ile çözmek yerine, bireyler olarak acılarını ve dertlerini kendi başlarına yaşamayı tercih ediyorlar sanki. Bunun yansımalarını sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların) üye yapıların zayıflığında, gönüllü katılımının eksikliğinde ve faaliyetlerin etkisizliğinde görüyoruz. Sıklıkla duyduğumuz “Gelmiyorlar, katılmıyorlar” biçimindeki şikâyetlere fazlaca katılmıyorum. STK yöneticilerinin bu konuda becerikli ve başarılı olamadıkları da bir diğer gerçektir.
Sivil toplum çalışmaları az sayıdaki insanın kişisel merak ve sorumluluklarının ötesine geçmekte zorlanıyor. Diğer yandan sivil kuruluşların yöneticileri de üye, gönüllü ve katılımcı sayısının artırılmasını önlerine bir görev olarak koymayı seçmiyorlar. Hiza önderliğinin sivil ve sosyal yönlendirmede önemli bir unsur olarak yer aldığı toplumumuzda, sivil toplum kuruluşu yöneticileri doğru ve nitelikli liderler olmakta başarılı olamıyorlar.
Pek çok kuruluşta yönetimi ele geçirmek veya elde tutmak için yapılan mücadelenin söz konusu kuruluşun kitleselleşmesi (üye, gönüllü ve katılımcı sayısının artırılması) yönünde gösterilmediğini gözlüyoruz. Katılımın teşvik edilmediği ortamlarda demokrasinin işleyişinin de zorlandığını veya zorlaştığını bilirsiniz. Bu nedenle sivil toplum kuruluşlarımızı gerçek anlamda demokratik örgütler olarak kabul etmek hayli zordur.
Türü ne olursa olsun bir kuruluşun iki farklı yönetim modeli vardır. Kuruluş ya kişilerin bilgi, beceri ve deneyimleri ile yönetilir (–ki bu, geleneksel modeldir) ya da kurumsallaşmış bir yapı ile çağın gereklerine uygun, çağdaş bir yönetim modeline sahiptir. Bizim kültürümüzde çok nadir örnekler dışında sivil örgüt yönetimi, kişilere endekslidir. Hatta bunu ezelden ebede bir misyon gibi uzun yıllar boyu üstlerine giyinmiş ‘sivil’ yöneticilerimiz vardır.
Sivil toplum kuruluşlarımızın kurumsallaşma sorunlarının arkasındaki ilk neden, bu tür dermek ve vakıf türü oluşumlarda kurumsal kültürün yerleşmemiş olmasıdır. Bu kültürün kuruluş içinde oluşumu ise belli başlı iki unsura bağlıdır. Ya bu kültürün yerleşmesini sağlayacak çağdaş demokratik liderler bulunacaktır ya da örgütler bu kültürü edinmek için bilinçli emek harcayacaklardır.
Kurumsallaşmanın önündeki bir diğer engel ise kuruluş yöneticilerinin düşük kalite özellikleridir. Bu hastalıklı özelliklerin başında, kısaca ‘ben olmazsam olmaz’ diye özetleyebileceğimiz; toplumsal çıkarları gözetmeyerek, kişisel başarı sağlama, ün kazanma ve ne pahasına olursa olsun ‘kariyer yapma’ peşinde koşmak eğilimi gelir. Böyle bir durumda örgüt için ‘kendini heba eder’ gibi görünen kişilerin aslında örgütün önünü tıkadıkları gerçeği gözlerden kaçar.
Kuruluşların bu tür kariyerist yöneticilerden kurtulmasının birinci yolu, malum kuruluşun üye, gönüllü ve katılımcı olarak kitleselleşmesinin sağlanmasıdır. İkincisi, kuruluş içi kurumsal eğitim çalışmaları ile yeni yönetici adaylarının hazırlanmasının sağlanmasıdır. Kurumsallaşma sürecinin eğitim çalışmaları yanında fon ve kaynak yaratma, stratejik planlama gibi çalışmalarla desteklenmesi hususunu da unutmamak gerekir.
Hiç kuşkusuz; siyasette derin bir içeriksizleşme ve bozulma dönemi yaşıyoruz. Siyasetin sorunlarını gidermekte, sivil toplum çalışmalarının özel bir önemi olduğunu düşünüyorum. Sivil toplum kuruluşlarında yaşanacak iyileşmelerin etkileri, siyaset alanında da görülecektir.