Ekonomik sıkıntının etkilemediği kesim yok.
Esnaf ve tüccar ve sanayici zor durumda…
çiftçisinden muhasebecisine, doktorundan Avukatına hemen her kesim ekonomik sıkıntının yarattığı olumsuzlukları bizzat yaşıyor.
Yukarıda saydığımız kesimler satış yapamıyor, önceden yaptığı satışın parasını tahsil edemiyor.
Durum son derece ciddi…
İşte böylesine ciddi ve sıkıntılı bir süreç yaşanırken, saydığımız tüm bu meslek sahipleri bir de bağlı oldukları mesleki odalara ödemek zorunda olduğu aidatlarla cebelleşiyor.
Aidatını ödeyemeyenler icraya veriliyor.
üstelik…
Hiçbir meslek sahibi, bağlı oldukları odalara gönül rahatlığıyla aidat vermek istemiyor.
Hiçbir meslek sahibi, bağlı oldukları odalara zorunlu olarak verdikleri aidatların bir işe yaradığını düşünmüyor.
Hiçbir meslek sahibi, mecburen verdikleri aidatların, üyelerin çıkarları adına kullanıldığına inanmıyor.
İşin kötüsü…
çoğu bu aidatların gereksiz yere harcandığını düşünüyor.
çoğu, aidatlarla toplanan paralar sayesinde birilerinin lüks ve rahat içinde yaşadığına inanıyor.
Ve çoğu, odalara ödediği zorunlu aidatları haraç olarak nitelendiriyor.
öte yandan…
Esnafından Tüccarına, Sanayicisinden çiftçisine, Doktorundan, Eczacısına ve Avukatına kadar büyük bir kesim “Yılda 1-2 kez işimin düştüğü odaya her ay ve zorunlu olarak niçin aidat veriyorum?” diye sorguluyor.
Ekonomi tıkırında olsa, işler ve kazanç iyi olsa hiç mesele olmayacak oda aidatları meselesi, ekonomik sıkıntının had safhada olduğu şu günlerde, zor bir süreç yaşayan insanlara resmen batıyor…
Kiminle konuşsak:
-“Hükümet niçin ekonomik sıkıntının olumsuz etkisini azaltma adına bir kararname çıkartıp, üye aidatlarının belli bir süre alınma zorunluluğunu kaldırmıyor?” diye soruyor…
Hangisiyle dertleşsek:
-“Benim hakkımı koruma adına kurulan oda, aidat ödeyemediği için üyesini icraya vermeyi niçin geciktirmez?” diye sorguluyor…
Görünen o ki…
Herkesin işinin bozuk olduğu şu süreçte, oda üyeleri zorunlu oda aidatlarını yaşadıkları olumsuzlukların üzerine dikilmiş birer tüy gibi görüyor…
.....
Garabet…
İngiliz büyükelçisinin Arap dünyasında eğitim ile ilgili verdiği raporu duymuşsunuzdur…
Ne demişti yazdığı raporda:
-En zeki öğrenciler Tıp ve Mühendisliği tercih ediyor…
-İkinci derece mezunlar İşletme ve İktisat gibi okulları okuyup, birinci derece mezunlarının yöneticisi oluyor.
-üçüncü derece mezunlar siyasete girip, 1 ve 2 nci derece mezunlara hükmediyor.
İşte bugün bizim ülkemizde yaşanan en büyük sıkıntı tam da bu raporda söylendiği gibi…
Şöyle bir düşünün…
üniversite sınavında ilk 2-3 bin öğrenci arasına girip, Türkiye’nin en nitelikli okullarına girip, bu okulları başarıyla bitirenler, çalışmaya başladıkları ya da başında oldukları kamu kuruluşlarında, üniversite dahi bitirmemiş, hasbelkader il ya da ilçe başkanı olmuş insanların memuru konumuna düşüyor.
Başarılı bir eğitim, başarılı bir mesleki bilgi ve başarılı bir donanım sahibi olanların kaderi, kendi işinde dahi başarılı olamamış ama siyaseten bir yerlere gelebilmiş insanların iki dudağı arasında gidip geliyor…
Bunun adı büyük bir adaletsizlik aslında…
Bu aynı zamanda büyük bir liyakatsizlik…
üstelik bu resmen Aslan’ı Kediye boğdurmak gibi bir şey…
Gelin görün ki bu söylediğimiz ülkenin de bir gerçeği olmuş vaziyette.
Uzunca bir süredir bazı iktidar partisi mensuplarının bazı kurum ve kuruluş yöneticilerinden memnuniyetsiz oldukları ile ilgili söylemlere tanık oluyoruz…
Hatta.
Bazı kurum ve kuruluş yöneticilerinin sırf bu yüzden tayin edildiği falan geliyor kulağımıza.
Dahası…
Bazı siyasetçilerin, kendisini karşılamadığı, gerekli saygıyı göstermediği, istediklerini yapmadığı ve kendisini ciddiye almadığı için bazı kurum yöneticilerini görevden aldıracağı gibi son derece komik şeyler duyuyoruz…
“Umarız bu duyduklarımız doğru değildir” diye düşünüyoruz ama bir de böylesine bir garabetin ülke gerçeği haline geldiğini düşündüğümüzde, “Vallahi oluyordur” demekten de kendimizi alamıyoruz…
.....
İyi de bizimkilere ne diyeceğiz?
Tamam, Suriyelileri sevmiyoruz…
Tamam, bu ülke vatandaşlarına tanınmayan imkânların onlara tanınmasına ifrit oluyoruz…
ülkelerini savunmak yerine bizim ülkemize kaçmış olmalarına bir anlam yükleyemiyoruz. Buna da tamam.
Dahası…
ülkeleri bir savaşın içindeyken, onların bizim ülkemizde keyif içinde olmalarını da hazmedemiyoruz…
Sığındıkları ülkemizde biraz mütevazi olmaları gerekirken, bu ülkenin sahibiymiş gibi çıkıntılıklar yapmalarına da kıl oluyoruz.
Nefes alır gibi çocuk yapmaları, bombalar atılırken, ülkeden kaçarken ve ülkemize sığınırken dahi bu işe ara vermemiş olmaları da deli ediyor bizi belki…
Fakat…
Tüm bu hissettiklerimiz bize, karşımızdakinin “insan” olduğunu asla unutturmamalı…
Kızsak da, ifrit olsak da, neticede onların da insan olduğunu aklımızdan çıkartmamamız gerekiyor.
Zira…
özellikle ülkemizde bulunan Suriyeliler ile ilgili olarak hissettiklerimiz, son derece vahim olayları tetikliyor.
öte yandan…
Bir de dönüp bizden olanların yaptığına bakalım!
İşte en son yaşanan ve hamile kadının içinde olduğu aracın üzerine çıkıp, akla gelmedik şiddeti yapan insana ne diyeceğiz?
Buna benzer hemen her gün bir olaya şahit oluyoruz bu ülkede.
Hem de bizimkilerin bizzat başrolde oynadığı olaylara…
Peki, onların yaptığı ne?
Yoksa her türlü kepazeliği yapmak ve şiddeti dibine kadar uygulamak bize serbest de onlara mı yasak olmalı?