Açık ve kapalı mekânlardan oluşan bir yerleşim olarak kent dediğimizde tarih, kültür, kimlik ve geçmişten geleceğe uzatan ilişkilerle tanımlanmış bir mekân aklımız gelmeli. Çünkü bir kentin mekânsal tanımlaması; ister geleneksel ister çağdaş, nasıl bakarsanız bakın, bu unsurları içermek zorunda. Peki; adı bir geleneksellik ve eskilik çağrışımı yapan yaşadığımız şehirde durum böyle mi? Giderek sayıları azalan birkaç tarihsel, kültürel yapıyı veya artifaktı çıkarırsanız, o şehirde ne gelenek kalmıştır ne tarih, ne de ilişkiler kültürü. Kentin geçmiş kültürüne sahip çıkmaya çalışan insan adedi bile neredeyse sayılacak kadar az…
Fransız antropolog ve filozof Marc Augé, bu tür özelliklerle oluşmayan, belirli bir kimliği ve tarihi olmayan mekânlara “yok-mekân” adını veriyor. Bir anlamda “yok-mekân”, tarihsel ve kültürel kökleri olmayan ve sanallık ruhu içinde yaratılmış ve en önemlisi geçmişi redderek yok etmeyi tercih eden bir mimarî veya teknolojik mekân anlayışıdır.
Gözleri bağlı bir kişinin gözlerini dünyanın herhangi bir kentinde açtığınızda, o kenti tanıyabiliyorsa, bu durumda o kentin bir kimliği var demektir. Bunları semtlere, mahallelere, sokaklara ve alanlara da indirgeyebilirsiniz. Eğer gözlerini açan kişi çevresinde gördüğü özgün olmayan yapılanmadan dolayı kenti tanımakta zorlanıyorsa, o kentin bir kimlik sorunu var demektir. Yine o kentin insanla bağlarında sorunlar olduğunu söyleyebiliriz.
Sokakta veya caddede yürürken, çevrenize dikkat edin. Şimdi şunu söyleyin; bu kenti, başka kentlerden ayırt eden nedir! Eğer kendinizi o kent yerine, Londra veya Venedik veya Amsterdam’da ‘gibi hissediyorsanız’, bu durumda Augé’nin söylediği gibi bir “yok-mekâna” düşmüşsünüz demektir.
Çağın kentleri dönüştüren anlayışı, heryeri birbirine benzetmeye çalışıyor. Bu, küreselleşmenin net sonuçlarından biridir. Artık önemli olan o kentin özgünlüğü ve kimliği değil. Önemli olan, o kent içinde şu ya da bu ünlü markanın mağazalarını ayırt edebilmek. Bu yeni durum, ulusal ve yerel kimlikleri de ortadan kaldırıyor. ABD’li, İngiliz, Fransız, İtalyan veya Türk olmanız önemli değil; önemli olan, sosyal medyada, TV’lerde ve sinema filmlerinde size ezberletilen ‘o ünlü markayı’ her gün bir kez daha fark etmeniz… Dolayısıyla tüm kentler, giderek birbirini andıran marka toplulukları haline dönüşüyor. Bir anlamda; “Kahrolsun kimlik, yaşasın küresellik” diye çığlık atıyor bugünün kentleri. İşte; kentin sanallaşması ve “yok-mekân” haline dönüşmesi budur.
Kentler, giderek doğadan ve insandan kopuyor; doğal yaşam çevresi özelliğini kaybediyor. Mekân ölçeği insan boyutlarını aşmaya başladı. Daha çok tüketebilmemiz için, insanın algılamakta zorlandığı yeni bir sanal dünya yaratılıyor. Adeta bilgisayar oyunlarındaki karakterlere benzemeye başladık. Başkalarının yarattığı dar bir iklimde yaşamaya zorlanıyoruz. Bu iklime dokunmak ve bu ortamın ilişkilerine insanca katılmak gün be gün zorlaşıyor.
Geçmişten, gelenekten ve kimliğimize sadakatten hızla uzaklaşıyoruz. İnsanın insanla ve doğayla iletişimi demek olan yaşamın uzağına düşüyoruz. Geri dönmek istediğimizde ise ne yazık ki, ulaşmak istediklerimizin tümünü yitirmiş olacağız. Geriye sadece aynılık ve monotonluk kalmış olacak.
Bir kent, öncelikle orada yaşayan insanlara aittir. Bu kentin oluşumunda fazlasıyla katkı koyanlar ise mimarlar ile kent plancıları olmakta. Yaşadığımız kent ne kadar benzerlerine oranla iyi ya da kaliteli olsa da; her zaman atılacak bir sonraki adım ve çözülmesi gereken sorunlar vardır.