Hükümet, pandemi ile birlikte başlayan ve halen yoğunlaşarak devam eden ekonomide ki kötü gidişatın önüne geçebilmek adına bir takım önlemler açıklıyor. Aralık ayında döviz kurunun hızlı yükselişiyle birlikte, açıklanan tedbirler sonrası dolar kurunun bir gecede 18 tl’den 12 tl bandına gerilediğini hatırlıyoruz. Hükümetin, birikim sahiplerinin parasını TL’ye çekebilmek için uyguladığı “Kur korumalı mevduat” buluşunun uzun vadede kalıcı çözüm olmayacağını, bu yöntemle ekonomide hedeflenen duruma gelinemeyeceğini, döviz kurunu bu şekilde kontrol edebilmenin mümkün olmadığını o dönem tarihli yazılarımda sizlerle paylaşmıştım. O gün yazdıklarım, bugün doğruluğunu ispatlamış oluyor. Nitekim döviz kuru ve enflasyonda yükselişin önüne bir türlü geçilemiyor.
Aralık ayında kurtarıcı tedbir olarak uygulamaya konan “Kur Garantili Mevduat” hesaplarına altı aylık para yatıranlar, bugünlerde % 50 net faiz alıyorlar. Bunun yıllık birleşik faizi ise % 125. Bu ödemeler halkın vergileriyle oluşturulan Hazine bütçesinden karşılanıyor. Bu yöntemle Hazine’den, tasarruf sahiplerine milyarlarca para aktarılmış olacak. Bugün gelinen noktada döviz kuru ise yeniden 17-18 tl sınırlarına dayandı. Yani Aralık ayında ki “kur korumalı mevduat” açıklaması öncesi bulunduğu seviyeyi yakalamış oldu.
Sonuç olarak hem döviz kuru kontrol edilemedi, hem enflasyon baskılanamadı, hemde Hazineye milyarlarca zarar ettirilmiş olundu. Geçtiğimiz hafta ise hükümet tarafından “Gelire endeksli senet” uygulamasının başlatılacağı duyuruldu. (GES), Devlet İç Borçlanma Senetlerinin çeşitlendirilmesi ve yatırımcı tabanının genişletilmesi amacıyla getirisi Kamu İktisadi Teşebbüsü statüsündeki bazı kuruluşların bütçeye aktarılan hasılat paylarına endekslenen senetler olarak tanımlanıyor. Gelire endeksli senetler (GES), vatandaşların yatırımlarını TL cinsi varlıklara yönlendirebilmesi için alternatif bir araç olarak sunuldu. “Kur Garantili Mevduat” uygulamasından sonra yine benzer şekilde birikimlerin TL’de kalmasını teşvik edecek bir yöntem. Ne kadar başarılı olacağını birlikte yaşayıp göreceğiz.
-Sürekli Borçlanma-
Ülkemizin üretim gücünün yetersizliği ve ithalata bağımlılığımız sebebiyle sürekli artan dış borç stoğu, bugün yaşanan darboğazın temel nedenlerindendir. Hükümetin, önce Naslar, daha sonra Çin, bugünlerdeyse Türkiye modeli olarak ifade ettiği yüksek kur politikasıyla, cari açığı azaltacağını iddia eden formülü tam anlamıyla fiyasko çıktı.
Cari açığı azaltacağız diyerek uygulanan ekonomi politikaları sonrası, cari açığı azaltmak şöyle dursun ülkemiz, son yılların en yüksek dış ticaret açığını verir hale geldi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından açıklanan ödemeler dengesi verilerine göre, cari işlemler açığı, martta geçen yılın aynı ayına kıyasla 2 milyar 229 milyon dolar artarak 5 milyar 554 milyon dolar düzeyinde gerçekleşti. Bunun sonucunda 12 aylık cari işlemler açığı 24 milyar 223 milyon dolara yükseldi.
Resmi rakamlardanda anlaşılacağı üzere hükümetin söyledikleri ile pratikte yaşananlar birbirini tutmuyor.
2021’in ikinci çeyreğine dair açıklanan en güncel verilere göre Türkiye’nin brüt dış borç stoku 446,3 milyar $ olurken GSYH’ye oranı ise %58,3 oldu. Türkiye’nin uzun vadeli dış borç ödemelerini yıllara göre detaylı incelediğimizde ise toplam borçların %47,3’ünün 2025 yılı ve sonrasında ödeneceği planlanmış. Bununla birlikte 2025 yılı ve sonrasında ödenecek borçların çoğu da kamu sektörüne ait.
Çözüm için nereye
bakmalı?
Ülkemiz, bilim ve teknolojide çağı yakalayamamış, yerli ve milli sanayi ışığında markalaşmak yerine ithal ikameci anlayışla üretimi sürdürmeyi hedefleyen bir ülke durumunda. Bugün yaşanan bunalımın sebeplerini burada aramak gerekiyor. Üretim yetersizliğinin doğurduğu bu aşırı dış borç yükü ise ülke ekonomisinde (faiz, kur artışı, vb.) olumsuz bir etki yaratmaktadır. Özellikle dış borç ödemeleri sırasında ekonomide meydana gelen daralmaların enflasyon üzerinde olumsuz etkileri kaçınılmazdır. Üretimiyle kendine yetemeyen, sürekli borçlanan, kaynaklarını verimli kullanamayan, bilim, teknoloji ve sanayileşmede çağı yakalayamayan bir ülkenin, enflasyonu, faizi ve döviz kurunu salt para politikalarıyla kontrol edebilmesi mümkün olmayacağından kriz, sürekli ve kaçınılmaz hale gelecektir.
Türkiye bir taraftan dış borçlanma ve faiz ödemeleriyle boğuşurken, diğer taraftan içeride üretimden elde edilen katma değer adil bölüşülmüyor. Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik bunalımın faturasını ağırlıklı olarak emekçi ve yoksul yığınlar ödüyor. Bu süreçte sermaye sınıfı kârlılığını katlarken, emekçi kitleler enflasyon altında eziliyor. Bugün yaşadığımız durum, sınıflı toplumlarda yaşanan çelişkiyi daha anlaşılır biçimde ortaya koyuyor. İşçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, küçük esnafı ile emekçi yığınların yaşam standardını aşağıya çeken ve gelecek endişelerini artıran, genç nüfusu işsizlik sarmalına sokan bu yönetim modeli ve bu sistem sayesinde yeni milyonerler oluşurken, ülkede yaşayan tüm yurttaşlarımızın hakkı olan kaynakların yağma ve talan edilmesine yol açmaktadır. Buna karşılık, toplumsal refleksin çok zayıf olduğunu görüyoruz. Yaşamı zorlaştıran gelişmelere karşı cılız hareketlenmeler de faşist yöntemlerle bastırılmalta, ülkenin ve emekçilerin en temel gündemi olan ekonomi, farklı gündemlerle örtülmeye çalışılmaktadır. Bir avuç sermaye grubu ve onların etrafında öbeklenmiş her türlü çıkar grubunun daha güçlü olması, kaynakları istedikleri gibi yağmalaması ve kurumların bunların çıkarına uygun dizayn edilmesi bu yaşananları sürdürülebilir kılmaz. Değişim ve dönüşümle ilgili objektif koşullar her geçen gün can alıcı bir biçimde olgunlaşmaktadır.
Ezilenler, hak yoksunları ve emeğiyle alınteriyle kazanç temin edenler uyuyan dev konumundadır. Uyuyan devin uyanması emekçilerin sömürüye son vermesini sağlayacaktır.
Uyan artık
Hükümet, pandemi ile birlikte başlayan ve halen yoğunlaşarak devam eden ekonomide ki kötü gidişatın önüne geçebilmek adına bir takım önlemler açıklıyor. Aralık ayında döviz kurunun hızlı yükselişiyle birlikte, açıklanan...