İyi değişim kötü dönüşüm

Küreselleşmenin bazı özellikleri bir açıdan sebep, diğer açıdan sonuç olarak görünüyor. Çok karmaşık bir etkileşim süreci yaşanıyor. Bu çerçevede daha doğru kararlar verme konusunda yararlı olacağını düşündüğümüz bilişim ve iletişim teknolojileri, bilgi miktarının ve çeşitliliğinin artması ile birlikte karar kavramını daha zor bir aşamaya taşıdı. Aşırı bilgi yoğunlaşmasının sonuçlarından biri, sosyal ve ekonomik yaşamın her alanında istikrarsızlığın yaygınlaşması olarak görünmeye başladı. Sanayi Toplumu’nun statik dengeleri, yerini Bilgi Çağı’nın –Ağ Toplumu Çağı’nın– dinamik dengelerine bırakmak zorunda kaldı. Hiçbir şey, uzun süre aynı biçimde kalamıyor.

Geçtiğimiz çağda çok fazla üzerinde durmadığımız yeni konulardan söz etmeye başladık. Örneğin risk yönetimi ve kriz yönetimi bu çağa özgü yeni yaklaşımlar olarak karşımıza çıkıyor. Aşırı bilgi üretiminin yarattığı ortamda geleneksel yöntem ve teknikler işe yarar sonuçlar üretmekte zorlanıyor. Bu nedenle yaşadığımız çağda istikrarsızlık ve kaos yönelimlerinin arttığını söylemek yanlış olmaz.

İstikrarsızlıkla başlayan kaos yönlenmesinin sonuçlarını her an daha fazla örnekle yaşamaya başladık. Örneğin karşımıza bir sürpriz görünümünde çıkan küresel ısınma konusunda farkındalığı yeterince önce başlatıp gerekli önlemleri alamadık. İklimlerin giderek daha istikrarsız bir hal alması, sabah evden okula veya işe gitmek üzere çıkan vatandaşın durumunu bile değiştirdi, kimi zaman zorlaştırdı. Muhtemelen doğal olayların yarattığı bu durumun yeni örneklerini görmeye, ‘geleneksel vahşi kentleşmenin’ sonuçlarını yaşamaya devam edeceğiz.

Yukarıda anlattığım genel görünüm, geleneksel siyasetin neden bugünün ağırlaşan sorunlarına cevap veremediğinin de bir açıklamasını oluşturuyor. Çağın gerektirdiği yeni siyasal açılımların –isterseniz bir kehanet olarak kabul edin– doğum sancıları aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.

Yaşadığımız Küresel Çağ’ı ifade ederken, başta bilişim ve iletişim alanlarında olmak üzere bilim ve teknolojideki gelişmeyi vurgulamak zorunda kalıyoruz. Yakın çevremizde gördüğümüz bilgisayar, İnternet, cep telefonu, medya aygıtları ile evde kullandığımız araç ve gereç bu gelişimi doğrulamak için her an yanı başımızda duruyor. Ama bilim ve teknolojinin bu görünen güncel yüzü, aynı zamanda bazı gerçeklerin gözden kaçmasına da neden oluyor. Genetik olarak değiştirilmiş tarımsal ürünlerin bize yansıyabilen kısmını ihmal edersek; örneğin biyoloji alanındaki değişime yeterince vakıf olabildiğimizi söylemek zor…

Hiç kuşkusuz; her çağda bilim alanında önemli buluşlar yapılıyor ve gelişmeler sağlanıyor. Kütüphanelerde yazılmış kitapların, hazırlanmış raporların sayısı biteviye artıyor. Ama bu çağın ayırt eden yönlerinden biri, bilgi üretim sürecinde yaşanan bazı farklılaşmalar olarak göze çarpıyor. Geçen yüzyıllarda öncekilere oranla bilgi miktarında önemli artışlar gözlemiştik. Bu yüzyılda ise bilgi miktarındaki olağanüstü ivmelenme (hızın değişiminin artışı) yanında bilgi çeşitliliğinin arttığını ve bilgi niteliklerinin değiştiğini gözlüyoruz.

Bu çağda kavradığım en önemli nüansın, dünyayı algılamakta kullandığımız paradigma olduğunu düşünüyorum. Çok basit olarak söylediğinde; paradigma, değerler dizisi veya algı dayanağı demektir. Bir anlamda dünyayı algılayıp kavrama yaklaşımı olarak da söylenebilir.

1970’lerle birlikte başlayan süreçte dünyanın kavranışında bir bütünlük ve bir sistem olarak işleyiş arayışı fikri yoğunluk kazandı. Kanımca bu dönemde gündeme gelen ilginç çalışmalardan biri, James Lovelock ve Lynn Margulis’in katkı yaptıkları “Gaia Hipotezi” isimli yaklaşımdı. Lovelock ve Margulis’in 1974’te Tellus isimli bir dergide yazdıkları makale ile başlayan tartışmalar, olumlu veya olumsuz yönleri ile bilim alanına yeni tohumlar ekti.

Gaia Hipotezi gibi çok boyutlu bir açılımı bir köşe yazısında tartışmaya kalkacak ölçüde haddimi aşmaya niyetli değilim. Ama bu hipotezle ilgili önemli bulduğum birkaç noktaya değinmek isterim. Yaklaşımın ana dayanak noktası şudur: Yaşam, sadece dünya üzerindeki mevcut koşullara uyum sağlamakta kalmaz; aynı zamanda yaşama uyumlu olmalarını sağlayacak biçimde bu şartları değiştirir, dönüştürür ve daha kararlı hale getirir. Buna bağlı olarak; dünyadaki yaşamın herhangi bir unsuruna gelecek zararın, dünyadaki sistemin tamamına yansıyacağı sonucunu da çıkarabiliriz. Kanımca, –yeni bir evrim yaklaşımı da içeren– bu teorinin en değerli sonuçlarından biri budur.

Geçtiğimiz yüzyıl, dünyanın geleceği açısından nüfus patlamasının, çevre kirliliğinin ve insanın değerinin gözden kaçırılışının çağı idi. Bütün bu yaklaşımlar, bizi dünya yaşamının ‘insan odaklı’ olması gerektiği gibi bir sonuca götürdü. Hâlbuki gerek Lovelock ve Margulis’in gerekse Arne Naess’in çalışmaları, çağdaş dünya algımızın yaşam odaklı yaşam olması gerektiğini söylüyor.

Eğer bu çağa uygun bir fikri dayanağa sahip olmak istiyorsak; dünyanın tamamını yaşayan dev bir sistem olarak düşünmeye başlamalıyız. Bu sistemin canlı veya cansız herhangi bir unsuruna verilecek zararın, dünyanın tamamına –bu arada kendi yaşamımıza da– zarar vereceğini kavramak zorundayız. Aksi durumda bu dev sistem yok olurken, insanlık olarak biz de bilinemez karanlığa geri dönüyor olacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi