Kent, yerel yönetim ve sivil toplum

Günümüzde yaşadığımız kentlerde sivil toplum söz konusu olursa, söyleyebileceğimiz ilk şey, “sivil toplum alanının siyaset tarafından sömürgeleştirilme girişimleri” olur. Sivil toplum dinamizminin bir yurttaşlık hareketi olmak yerine bir yandaşlık vesilesi haline getirilmesinin ardında –neredeyse her dönemde– siyasetin sömürgeleştirme çabaları vardır. Siyaset, çoğu zaman sivil toplum unsurlarını kendi çıkarları uğruna bölüp parçalamada bir saldırganlık içindedir. Pek çok yerleşimdeki kent konseylerinde yaşananlar, bu durumu kanıtlayıcı örneklerin başında yer alır. Bu sorunların çözüm yolu, sivil toplumu hasım olarak gören tüm kesimlere karşı her alan ve olayda özgürlükçü ve katılımcı demokrasiyi sonuna kadar savunmaktan geçiyor.

Küresel Çağ’da merkezî ve yerel yönetimlerle sivil toplumun ve kentlerin ara yüzünü incelediğimizde şunları gözlüyoruz: Kentler küresel ölçekte görünür hale gelirken, kaynak sağlama ve buna bağlı ferah düzeyi açısından rekabet sertleşiyor. Merkezî ve özellikle yerel yönetimler, geliştirilen yeni katılım mekanizmaları sayesinde yurttaşlara karşı daha saydam, hesap verebilir ve işbirliğine hazır hale geliyor. Bu mekanizmaların sürdürülebilir hale gelmesi önemli ölçüt ve beklentilerden biri oldu.

Demokrat kent yönetimleri başta sivil toplum kuruluşları olmak üzere toplumun değişik kesimlerini işbirliği, uzlaşma ve ortak paydada buluşturmak için yeni bakış açısı ve iş modelleri geliştiriyorlar. Kentsel problemlerin çözümünde yurttaşların rolleri, statüleri ve katılımları artıyor. Siyasal iktidar mücadelesi dışında kalan ama siyasal süreçler üzerinde etkili olan yeni kurumlar ve örgütsel yapılar yaygınlaşıyor. Yeni örgütsel yapılar, –kentlerde olduğu gibi– ulusal sınırları aşmakta zorluk çekmiyorlar.

Siyasal iktidar şartları ne olursa olsun; artık kamusal alanda yer alan aktörleri ve kapsamı, tekrar ulusal sınırlar içine hapsetmek mümkün değil. Ama bu arada siyasal ve sosyal dezenformasyonun uğradığı değişimi de görmek gerekli…

Özetlediğim bu çerçeveden tüm dünyanın olumlu etkilendiğini; yerel yönetimlerin gelişmesi, sivil toplum katılımının daha kaliteli hale gelmesi ve yönetsel iyileşmenin yaygınlaşarak sürdürülebilirliğinin sağlanması açısından politikalar ürettiğini görüyoruz.

Hiç kuşkusuz; Türkiye’de toplumun yönetimlerle ilişkisi anlamında küresel süreçten etkilenmektedir. Ama ne yazık ki, henüz ‘yerel yönetim sorunu’, merkez ve yerel arasında –merkeze bağlı olmaya devam etmesi öngörülen– bir yetki ve kaynak sorunu olmayı aşamamıştır. Merkezî yönetim, genel anlamda yerel yönetimlerin merkezin uzantıları olması yaklaşımından vazgeçmiş değildir. Dolayısıyla yerel yönetimlerin iyileştirilmesi süreci, sadece merkez ve yerel arasında sınırlı ölçüde görev ve yetki paylaşımı olarak anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin yönetim modelinin en belirgin özelliklerinden biri, mevzuat odaklı olmasıdır. Problemlerin çözümü, yeni mevzuat hazırlamakla işlerin yoluna gireceği fikrine eşlenmiştir. Dolayısıyla yerel yönetim modeli, merkezden kopmaksızın mevzuatla düzenlenmeye çalışıldığından yerel işleyişte sivil topluma katılacak, denetleyecek veya müdahale edecek bir alan olamamaktadır.

Yerel yönetimlerimizi siyasetle ilişkileri açısından incelediğimizde; bu alanın her dönemde ciddi oranda klientalist ve popülist iş modeli ile yürüdüğünü göstermekteyiz. Yerel iktidarın sürdürülebilirliği; hizmette sayı, kalite, çeşitlilik ve sosyal adaletten daha çok, kayırmacı tercihlere bağlanabilmektedir. Böylece sivil toplum aktörleri de katılımcılık yönünde gayret göstermek yerine bir tür imtiyaz arayarak klientalist çıkar ilişkisine razı olmaktadır. Ne yazık ki; yerelde sivil toplum örgütleri, katılımcı olmak yerine başkanın ya da yöneticinin sivil örgütü olmayı tercih ediyorlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi