Nüfus ve sürdürülebilir çevre

Özellikle 20’nci yüzyılda hızlı nüfus artışı yanında dünyanın doğal ve çevresel kaynaklarının aşırı ve dengesiz kullanımı sonucu, gelecekteki yaşamın tehlikeye girmesi fikri giderek yaygınlaştı. Bu fikir, devamla sürdürülebilir kalkınma yaklaşımının oluşmasına neden oldu.

Ekonomik gelişme planlarında olduğu gibi sürdürülebilir kalkınma anlayışının devlet denetimiyle yürütülmek istenmesi, liberal dünya görüşlerinin tepkisi ile karşılaştı. Özellikle özel sektör, sürdürülebilirlik ve çevre koruma anlayışlarıyla birlikte yeni yükümlülükler ve yeni maliyet unsurları ile karşı karşıya kalmıştı.

Liberalizm, devlet eliyle geliştirilmeye çalışılan kalkınma anlayışının karşısında olarak çevre ve kaynak sorunları konusunda da yeni tepkilerini geliştirmekte gecikmedi. Bu anlayış, liberal iktisatçılar tarafından sosyal piyasa çevreciliği olarak isimlendirildi.

Sosyal piyasa çevreciliği üç ana ilke üzerine kurulmuştur. Birincisi, liberalizmin temel taşı olan bireyciliktir. İkincisi, mülkiyet hakkının vazgeçilmezliği ve teşvik sisteminin önemidir. Üçüncüsü, bilginin özel ve sübjektif olduğu, bu nedenle bireysel seçimlere önem verilmesi gerektiğidir. Anlaşıldığı gibi sosyal piyasa çevreciliği, kendini başta devlet olmak üzere kamunun denetimini esnetebilmek için bireyin özgürlükleri ve vazgeçilmez hakları üzerine kurmayı hedeflemektedir.

Sosyal piyasa çevreciliğindeki temel yaklaşımlardan biri, özel mülkiyetin çevreyi ve doğal kaynakları korumak ve geliştirmek açısından devletin müdahalesine oranla daha etkin olacağı görüşüdür. Bugün orman arazilerinin özelleştirilmesi konunun arkasındaki ana fikir budur. Devlet, ulusal zenginlikleri korumadaki beceriksizliklerini bunları özelleştirip sorunluluklarını ve yükümlülüklerini üzerinden atmayı hedefler görünmektedir. Özel sektörün koruma konusundaki bugüne kadar olan performansına baktığımızda ise ister istemez aklımıza bir kuşku düşmektedir.

Bu görüşü savunan kişiler, sanırım bu konuda yeterince net olamadıklarından sosyal piyasa çevreciliği ile sürdürülebilir kalkınma anlayışının karışımı olan bir politikayı teklif etmektedirler. Bunda özel mülkiyetin korunmasında devletin gücüne olan ihtiyacından etkisi olduğu düşünülebilir.

Çevre koruma ve doğal kaynakların kullanımı konusuna Türkiye açısından baktığımızda devletçi ya da bireyci politikalardan herhangi birine koşulsuz olarak yönelmemiz mümkün görünmemektedir. Devletin ve bağlı kuruluşlarının bir makine işlerliğinde olmadığı ortadadır. Kanunların uygulanmasında, adaletin gerçekleşmesinde çok ciddi sorunlar vardır.

Bireylerin ve özel sektöründe çevre ve doğa konusunda tam duyarlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok ciddi düzeyli ekonomik sorunlar, eğitim sisteminin nitelikli yurttaşı yaratmaktaki sorunları, kentleşmede yaşayan darboğazlar, sosyal göçün olumsuz etkileri çevre koruma ve kaynak kullanımı konularında da yeni sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bunlara gelişmiş devletlerin kendi çıkarları yönündeki çevre ve doğa politikalarını Türkiye gibi ekonomik gelişmede ve gelirin adil paylaşımında henüz yeterli düzeye gelememiş ülkelere dayatmaları sonucu, sorunlar iyice içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Özetle; ülkemiz ve toplumumuz açısından çevre, kaynak kullanımı, yoksulluk ve kalkınma sorunlarına baktığımızda; konunun hem devleti hem de bireyleri ve özel sektörü doğru yörüngeye oturtmamızı gerektiren bir görünüm verdiği anlaşılır.

Özetle; yoksulluk ve çevre alanlarında geliştirmemiz gereken sağlıklı söylem ve sürdürülebilir faaliyetlere olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi