
2-Sedat AYDOĞAN (DETAY)
PAZAR HİKAYESİ!
İnsanları görünüşüyle, yaptıkları ile yargılamamak gerek.
İşte ona en güzel bir hikaye!
Sonunda hayrete düşeceksiniz.
Herkese iyi pazarlar...
***
Sultan Mehmed Han o gün bir hoştu. Telaşlı görünmekteydi. Neşeli deseniz değil; üzüntülü deseniz hiç değil. İçinden çıkılmaz bir ıstırap kaplamıştı yüzünü.
Sadrazam Siyavuş Paşa:
-Hayrola hünkarım, canınızı sıkan bir şey mi ola? diye sormaktan kendini alamadı.
Bu soru Sultana bir kurtuluş gibi geldi ve içini dökmek istedi sırdaşına:
-Akşam garip bir rüya gördüm lala.
-Hayırdır inşallah Sultanım!...
-Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?!...
-Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıktılar yola. Padişah hâlâ gördüğü rüyanın etkisi altındaydı ve gideceği yeri iyi bilmekteydi. Seri, kararlı adımlarla Bayezit'e çıktı, sonra Vefa'ya döndü. Zeyrek'ten aşağılara salındı. Unkapanı civarında soluklanıp; etrafına dikkatle bakındı. Sanki bir adres, bir kişi arıyor gibiydi. İşte tam o sırada yerde yatan bir adam gözlerine çarptı. Yaklaştılar, baktılar ki adam dünyadan geçmiş. Kimsenin ilgilendiği yok. Sanki orda biri yatmıyor. Üzerinde sonbahar yaprakları savrulmakta. Nabzını yokladılar; ama nafile, nabız atmıyor.
Sordular halka:
-Kimdir bu?
-Aman molla hiç bulaşma buna, dedi ahali. Ayyaşın sarhoşun biri. Kırk yıllık komşumuz... Ne menem biri olduğunu bildiğimizden biz bulaşmak istemeyiz.
Bir başkası anlatmaya başladı hemen:
-Biliyor musunuz, dedi, aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışırdı. Nalının en iyisi yapardı. Ancak kazandığı her kuruşu içkiye, fuhuşa harcardı ömrü boyunca. Hem şişe şişe şarap taşıdı evine; hem de nerede bir mimli kadın varsa, taktı peşine, yazık etti değerli ömrüne...
Hele yaşlıca bir adam çok öfkeliydi:
-İsterseniz sorun komşularına, dedi. Sorun bakalım onu bir kez olsun bir cemaatte gören olmuş mu ?!..
Hasılı, dönüp ardını gitti mahalleli. Bizim tebdil-i kıyafet mollolar kaldılar mı orada? Tam Sadrazam da toparlanmak üzereydi ki sultan, kesti yolunu:
-Nereye lala?
-Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
Sultan kızdı:
-Millet bu, çeker gider; ama biz gidemeyiz. Bu ahalinin çobanı biziz, şöyle veya böyle onlar bizim tebaamız. Defnini tamamlamamız gerek.
-İyi ya hünkarım, saraydan birkaç hoca yollarız, böylece vebalinden de kurtulursunuz.
-Olmaz!... Rüyamın sırrı çözülmedi ki daha.
-Peki ne yapmamız emir buyrulur?
-Mollalığa devam. Na'şını kaldırmalıyız bu zatın en azından.
-Aman sultanım, nasıl kaldırırız biz?
-Basbaya kaldırırız işte.
-Yapmayınız, etmeyiniz hünkarım; bunun yıkanması, paklanması var; kefenlenmesi, gömülmesi var.
-Merak etme lala, ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var...
Birlikte cenazeyi yüklendiler ve camie geldiler. Siyavüş Paşa, sağa sola koşturdu önce. Kefen, tabur buldu. Padişahta bakır kazanları ocağa vurdu. Usûl ve erkanınca bir güzel yıkadılar ki na'ş ayan beyan güzelleşti sanki. Ayın on dördü gibi parlamaktaydı yüzü. Çehresi şakîlere hiç benzemiyordu, hem mânâlı bir tebessüm okunuyordu dudaklarında. Hünkarın kanı ısınmıştı o anda bu adamcağıza. Meçhul nalıncıyı kefenleyip, tabutlayıp yatırdılar musallaya. Ama namaz vaktine de bir hayli vardı daha. O arada Siyavuş Paşa sıkıntı içinde yaklaştı:
-Hünkarım, dedi. Yanlış yapıyoruz galiba.
-Nasıl yani lala?!
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki ailesinden birileri vardır, hanımı mesela, yahut yetimleri.
-Doğru, öyle ya. Sen bekle başını, ben mahalleyi bir dolanıp geleyim. Bakalım kimsesini bulabilir miyiz?!..
Sadrazam Kur'an okumasına devam ede dursun, hünkar koştu, garip maceranın başladığı noktaya geri döndü. Sorup soruşturdu ve nalıncının evini buldu. Kapıyı yaşlıca bir kadın açmıştı. Olayı metanetle dinledi ve sanki vefatın bu türlüsünü bekler gibi.
-Hakkını helal et evladım, dedi. Belli ki çok yorulmuşsun. Allah senden razı olsun. Garibimi yerde bırakmadın demek. Hakkını helal eyle.
Sonra üzgün, yıkılmış halde, eşiğe çöktü hanımcık; ellerini yumruk yapıp şakaklarına dayadı. Gözleri kısıldı yalnızca, eski hatıralara daldı gitti bir zaman. Silkinip çıktığında zamanın dehlizinden,
-Biliyor musun oğul, diye dertli dertli anlattı. Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nasıl yapar, gücünü tüketir, emeğini harcardı... Ama birinin elinde şarap şişesi görmeye görsün. Elindeki avucundakini verip satın alırdı. Sonra getirip dökerdi hepsini. Niye?! Ümmeti Muhammed'in kursağından haram geçmesin, günaha girmesinler diye.
-Hayret!
-Sonra malum kadınların ücretini öder, getirridi bu eve. "Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım."derdi, öyleyse şimdi dinlemeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım o zavallı düşkünlere saatlerce. İlmihal okurdum onlara.
-Bak sen!.. Millet ne sanıyor halbuki.
-Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, insan tekbir alırken Kabe'yi görmeli, derdi.
-Öyle imam var mı ki şimdi ?
-İşte bu yüzden Nişancı'ya Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün, "Bak a efendi, dedim. Sen böyle yapıyorsun; ama komşular seni kötü belleyecek. Namazsız niyazsız zannedecek. Cenazen ortada kalacak hafazanallah!.."
-Doğru öyle ya!..
-Ama o, kimseye zararım olmasın diye, mezarını bile kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, iş mezarla bitiyor mu? Dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?!..
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü. Sonra elinin tersini, fani dünyayı boşlar gibi salladı ve:
"Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?!.."