Siyaset ve toplum psikolojisi

Savaş ve doğal afet yılları hariç, tarihimizde toplumun yoksulluğa, yabancılaşmaya ve küresel ötekileşmeye en fazla tepki göstermesi gereken bir dönemi yaşıyoruz. Halk olarak bizim adımıza pek çok kararların alındığı ve uygulamaların yapıldığı bir zaman dilimi içindeyiz. Çağlar boyu ulusal, kültürel ve etik değerler olarak önemsediğimiz unsurlar birer birer kayıp gidiyor. Bankalarımızı, şirketlerimizi, kaynaklarımızı ve daha da önemlisi topraklarımızı yabancılara satıyoruz. Ekonominin her an daha büyük bir parçası –dışarıdan sermaye girişi adı altında– yabancılaşıyor.

Kentlerimizi yapılandırırken yabancıları taklit ediyor, onlar gibi tüketmeye çalışıyoruz. Dış dinamiklerin etkisi, hiçbir zaman bu denli yoğun hissedilmemişti. Dönüşü olmayan bir yolda, gelecek açısından sisler içinde bilinçsiz ve sessiz bir yürüyüş yaptığımızı düşünüyorum.

Bu tepkisizliği ve ataleti doğru kavramamız ve açıklayabilmemiz gerekiyor. Anlaşılan o ki; toplumun pek çok bölümünün, sorunların çözülebileceğine ve sistemin iyileşebileceğine olan inançları giderek azalıyor. Sistem, geçim ve var olmayı sürdürme anlamında sanki kâğıttan kuleler her an yıkılıverecekmiş gibi; sosyal nefes almaktan bile ürker olduk. Buna toplumsal yorgunluk (anomi) diyesim geliyor ama toplumun hangi nedenle yorulmuş olduğunu da bir çırpıda açıklamak kolay değil. İnsanlar yaşamlarını kazanmak için ve gününü kazanma yarışından kopmamak için üstün bir gayret içindeler. Bu mücadelenin verdiği yorgunlukla yaşamın daha geniş alanlarında neyin olup bittiğine fazlaca dikkat edemiyorlar.

Medyanın, insanları gerçek yaşam ve üretim dışı alanlarına teşvik etmesinin de etkisiyle; sadece kısa vadeli konulara at gözlüğü ile bakmaya alıştırılmanın bir sonucu bu durum. 1950 ve 1970 kuşaklarının uzun vadeli ve soluklu yaşam anlayışları giderek ve hızla siliniyor. 1980 sürecinde halkı bir tüketim toplumu haline getirenlerin, kendilerini ‘bir yerlerine kına yakma’ ile ‘onurlandırabilecekleri’ bir acınası görünüm oluştu adeta.

Toplumsal olaylara karşı duyarsızlığa ve kayıtsızlığa teknik olarak mediokrite adı verilir. Mediokrite ortamlarında toplumun davranış modeli durağanlaşır. Yurttaşlar ve kuruluşlar olarak, toplumsal konular hakkında görüş bildirmekten bilinçli olarak uzak durulur; bireysel çıkar beklentilerinin de etkisiyle yanlışlar ifade edilmez ve yorum yapılmaz; çekimser kalma eğilimleri hızla yükselir. Bu tür ortamlarda değişim, kamu veya sivil kesimler tarafından ortaya konsa da, değişimin toplumsal yaşama içsellemesi gerçekleşmez. Yaşadığımız bu dönemde saydığım unsurların neredeyse tamamını izliyoruz. Toplum, hiçbir döneminde güce bu denli yaygın ve etkin biçimde teslim olmamıştı.

Gözlediğimiz sosyal yönelimlerden biri, kendini siyasetsizleşme olarak ortaya koyuyor. Bazı zamanlarda siyasetin uçlara savrulmasından pek mutlu olmayabiliriz; ama siyasetsizleşme dönemlerinde en azından toplumun sivil etkinliklerinin yükselmesini bekleriz. Ne yazık ki; bu dönemde sivilleşmede de yükselen bir dalga gözlemek mümkün olmuyor. Siyaset ve sivil toplum alanında içeriksizleşme ve duyarsızlaşma, egemen statüko anlayışını meşrulaştırıyor; iktidarı meşru kılıyor. Güçlü olan ve isteyen istediğini yapıyor, yaptığı da yanına kâr kalıyor. Medya da, başta kendi kâr kaynaklarını gözeterek, biteviye imaj yitiren siyasete koltuk değnekliği yapmaya devam ediyor.

Siyasetin, genelde kişiyi toplumun tamamından izole edip öteki yapan bir yanı var. Öteki olduğunuzda ise ne emeğiniz, ne de mesajınız hak ettiği doğru adrese ulaşıyor. Bu nedenle; siyasetin içeriğini değiştirecek güce sahip siyasal ortamlarda bulunamayan dürüst ve çalışkan insanlara, sivil toplum alanında yapılacak pek çok hizmet ve katkı olduğunu hatırlatmak isterim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi