Duygusallıktan Bilgeliğe

İnsanlar, geliştirdikleri zihinsel yapılarına göre duygularla akıl arasında bireysel bir denge geliştirir. Hangi tarafından ağır basacağı kişiye göre değişir. Örneğin bir arkadaşım duygusal ağırlıklı, metafizik özellikleri de olan bir insandır. Çoğu zaman duygularıyla hareket etmeyi tercih eder. Şansa ve tesadüflere inanır. Ama dünyaya da ‘bardağın boş tarafından’ bakar. Karamsar ve kötümserdir.

Sürekli olarak olumsuzlukları gördüğünden bu durum, andığım arkadaşımın konuşmalarına şikâyet olarak yansır. Çoğu zaman onun karamsar bakış açısına, şikâyet eden söylemine sabırla dinleyerek cevap veririm. Bazen de yaşamdan bu kadar şikâyetçi olmamasını söylerim; yaşamı olumlu tarafından görmenin ona daha yararlı olacağını anlatmaya çalışırım. O ise şikâyet etmekten vazgeçip bardağın dolu tarafını görmek yerine bir daha bana sorunlarını anlatmayacağı ‘tehdidini’ savurur. Burada ‘tehdit’ sözcüğü maksadını aşan bir ifademden başka bir şey değil. Onun bu yaklaşımını daima arkadaşça bir anlayış ve empati ile karşılamaya çalışırım.

Ama onun, yaşamın bir ayna olduğunu anlamasını bekliyor ve istiyorum. Yaşamın karşısında nasıl davranırsan o da aynı davranışı sana karşı yapıyor. Yaşama karamsar yaklaştığında olumsuzluklar buluyorsun. Yaşama cesaretle pozitif yaklaştığında her şey renklenip zenginleşiyor. Karanlık karanlığa, aydınlık aydınlığa dönüşüyor. Yaşama ne verirsen onu alıyorsun.

Evreni anlamlandırıyoruz. Sevdiklerimizi, sevmediklerimizi... Yaşamımızda bize bağlı olan veya olmayan unsurlar var. Bizim dışımızdaki gerçeklikleri doğru biçimde kabullenebilmeliyiz. Çok istiyoruz diye yarın güneş batıdan doğmaz. Ama bu beklenti içinde olur ve gerçekleşmediğinde de kendimizi olumsuzluklara sürüklersek yaşamı anlamlandırmada ciddi yanlışlar yapıyoruz demektir.

Önce bizim dışımızdaki yaşamın varlığına, kendi akışlılığına saygılı olmayı kendimize öğretmeliyiz. Bireyler olarak çevremizi etkileyebilecek özellik ve davranışlarımız olabilir ama bizim sübjektif beklentilerimiz dışında gelişen pek çok olay ve durum olduğu da bir gerçek. Bu, yaşamın doğal bir parçası…

Yaşamın olumsuzluklarını sükûnetle karşılayabilmek, bence bir olgunluk göstergesidir. Çünkü yaşamda olup biten karşısında ne hissettiğimiz, doğrudan doğruya bize bağlıdır. Zor durumları, güç koşulları cesaretle ve dayanma güdüsüyle karşılamak olgunlaşmış bir karakterin özelliğidir.

Üstün nitelikleri olan bir kişiliğe ulaşmak hiç de kolay değildir. Kişiliğin doğru ölçülmesinin yollarından biri, kişinin zor veya beklemediği koşullarda nasıl davrandığını incelemektir. En azından ben böyle yapmayı deniyorum. En ağır koşullarda bile o zor durumu sakinlik, uyumluluk ve yumuşaklıkla karşılayan bir ruh, olgunluk yolunda önemli adımlar atmış demektir.

Bilgelik, öncelikle yaşamdan doğru dersleri çıkarmak ve bunları bir ilkeler dizisi ve yine yaşam yol göstericileri olarak geliştirmek demek… Eğer yaşam deneyimi ve zenginliği bunları doğru ifade edebilecek söylemle birlikte oluşursa bilge olarak anılan o kişi meyve veren bir ağaç oluyor. Bizimki gibi saygı, hoşgörü ve empati özellikleri çok yüksek olmayan bir toplumda bir bilgenin yaptığı hiza önderi kimliğini savunabilmek hiç de kolay değil.

Toplumda değerler erimeye başladığı zaman bireyler hak edip etmediklerine bakmaksızın bazı sosyal pozisyonların talibi oluyorlar. Söz konusu pozisyon için deneyimi, bilgi birikimi ve eğitiminin gerek ve yeter miktarda olup olmadığından bağımsız biçimde o makamı talep ediyorlar. Hatta bunu hakları görüyorlar. Tabii ki bu güdünün arkasında ya o makamın sağladığı avantajları kendi yaşantılarına aktarmak ya da eksikliklerini bir kartvizit ile tamamlamak var.

Bir kişinin bilgelik yoluyla birlikte sosyal merdivenleri de tırmanabilmesi için o toplumda “hak edenin hak ettiğini alması” (meritokrasi) özelliği olması gerekiyor. Düşük kültür ve eğitim toplumlarında bu özelliği yakalamak zordur. Bu tür toplumlarda bilge kişiler çöl çiçekleri gibidir. Kendiliğinden yetişirler ve genelde toplumsal destekten yoksun oldukları için de karalanmaları ve yok edilmeleri kolaydır.

Eski zamanlarda toplumun farklı insanları olma özelliğine sahip bilge kişileri yok etmenin yolu kan ve zulüm imiş. Farklılığa tahammülsüzlüğün sonucu genelde bu kişiler için karanlık zindanlarda tükenmek veya doğrudan yaşamlarını yitirmek olmuş. ‘Çağdaş toplumda’ ise daha yumuşak teknikler kullanılıyor farklılığı ve bilgeliği yok etmek için. Karalama, haksız ve dayanaksız eleştirme bu teknikler arasında başı çekiyor. Zaman zaman basın ve medya da bu konuya ortak ediliyor. Yaklaşım basit: “Çamur at, izi kalır.”

Doğrusu böyle bir durumda karalamalarla, hoşgörüsüzlükle, saygısızlıkla ve kabalıkla sonuna kadar savaşmayı tercih eden kişileri takdir ediyorum. “Benden bu kadar!” deyip kendi dünyasına dönen yorgunları da aynı saygı ve empati ile karşılıyorum. Kurtların arasında kuzu olmak da zor…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi