
Gürcan Banger
Ayrımcılık yapmadan eleştirmek
Toplumsal değişim ve dönüşümün, katılım ve paylaşım üzerine kurulması gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle görüşlerimi paylaşırken, insanları başta siyasal olmak üzere fikirlerine göre kategorize etmemeyi deniyorum. Ama ne yazık ki; ne denli özen gösterirsen göster, sonuçta toplumun bir bölümüne sıkışıp kalıyorsun. Toplumun sadece bir bölümü ile ilgilenerek tamamının değiştirilip dönüştürülmesi ise mümkün değil.
İlginç bir ülkede, Doğu özellikleri olan bir toplum içinde yaşıyoruz. İçinde yer aldığımız sosyal bütünlüğü oluşturan kimi farklılıklar olduğu gibi, toplumun bir bütün halinde durmasını sağlayan sosyal özellikler de var. Bakışımızı, farklılıklardan biri veya da birkaçı üzerine yoğunlaştırarak doğru sosyal ilerleme yolunu bulmamız mümkün değil. Toplumun bir kesimini, diğer kesimine düşman ederek sosyal ve ekonomik refah ve dengeyi yakalamamamız hiç mümkün değil.
Gerginlikler ve düşmanlıklar üzerine kurulu politikalar, ancak bölünmelere ve dağılmalara yol açar. Toplumu oluşturan tüm unsurları anlamak ve uzlaşma kültürü çerçevesinde geleceği birlikte oluşturmak zorundayız. Bu nedenle; sosyal sorumluluk proje ve faaliyetleri içindeyseniz toplumun tamamını doğru anlamak ve buna göre davranmak zorundasınız. “Bu, bizden; şu, bizden değil” diyerek ‘bizimkiler ve ötekiler’ ayırımı yapmamanız gerekir.
Toplumsal geleceği oluşturmada iki ana fikir vardır. Bunlardan birincisi; farklı olanların farklılıklarını barış içinde sürdürebilme hakkıdır. İkincisi ise farklılıklarla yaşama hakkının, dağılmaya ve bölünmeye neden olmayacak bir bütünlük içinde sürdürülmesidir.
Toplumun vardığı bugünkü olumsuz noktada, birbirlerini yeşil ve kırmızı ya da siyah ve beyaz olarak itham eden kesimlerin her birinin ayrı ayrı sorumlu ve suçlu olduğunu düşünüyorum. Bunun en gözle görünür örneklerinden bir başkasını futboldaki şiddette yaşıyoruz. Ayrımcılık hızla yayılan tümör gibi; başladığında –hatta başlatıldığında demek daha doğru olur– durdurmak mümkün değil.
Toplumda herkes aynı görüşü, kanaati veya tutumu paylaşmak zorunda değil. İnsanlar arasında farklı renklerin ve tonların olması kadar olağan ne olabilir ki? Bu nedenle tartışmalar ve eleştiriler kaçınılmaz biçimde olacaktır. Önemli olan, bu tartışma ve eleştiri ikliminin sonucunda olumlu noktalara varabilmek… Eğer eleştiri veya tartışma yok etmek adına başlatılıyorsa, elde edilen sonucun hiç kimseye veya kuruma yararı olmayacaktır.
1878–1965 yılları arasında yaşamış Rus asıllı Amerikalı ressam Abraham Walkowitz’in resim eleştirmenlerine yönelik ilginç bir ifadesi var: “Gözlerim görebildiği sürece resim yapmaya devam edeceğim. Göremediğim zaman da eleştirmen olacağım.”
Eleştirilere tahammül etmek ve eleştirilerden doğru dersleri çıkarmak kolay değil. Amerikalı şair Walt Whitman’ın söylediği gibi, eleştirilerden öğrenilecek bir ders olabilir: “Sizi eleştirenlerden, size karşı cephe alanlardan, sizinle yarışanlardan alınacak büyük dersler vardır.” Ama eleştiriden ders çıkarmaktan çok daha zor olanı, doğru ve adil eleştiriyi yapabilmektir. Hele, eleştirmenliği kariyer olarak edinmek ise çok özel bilgi, beceri ve yetenekler gerektirir. Bunlar yetmez; düzgün bir karakter de kaçınılmazdır.
Pek çok örnekte; eleştiri sanılan eylem, kalite olarak bir karalama çabasının ötesine geçemez. Karalamaksızın eleştiri yapabilmeyi başarmak için, öncelikle insanın karakterinin bazı bilgelik özelliklerini içermesi gerekir. Eğer eleştiri; kişisel ezikliğin veya intikam duygusunun üzerine kuruluyorsa, daha baştan ciddi bir yanlışa düşülüyor demektir.
Bir somut örnek olarak; son zamanlarda meslekten gazeteci olmayan bazı yazarların köşe yazılarında hayretle okuduğum eleştiriler var. Bireysel intikam duyguları, bilgisizlikle ancak bu kadar güzel bir araya getirilebilir. Hem bilmiyor, hem saldırıyor. Alman şair Goethe, “Bizi en çok eleştiren kimdir? Ümitsizliğe kapılmış bir insan…”, diyor. Demek ki; cehaletin farkına varmak, ümitsizliğe ve saldırganlığa neden olabiliyor.
İskoç yazar ve tarihçi Thomas Carlyle, “Bir kimseyi eleştirmeden, önce o işin aslı anlaşılmalıdır”, diyor. Bu cümledeki eleştiriyi, sadece kişilerle sınırlamamalı; çünkü ürünler de eleştiri adı altında karalamalardan nasibini alıyor. Ama Carlyle, bu ifadede tarihi bilmeden, ürün eleştirileri yapanları da kastediyor olmalı. Ya da tarihi, ağaçların arkasına saklamaya çalışanları da işaret etmiş olabilir. Kimbilir... Her çağda, her mekânda nevi şahsına münhasır münekkitler olabiliyor. Kimi sol adına yapıyor karalamasını, kimi milliyetçilik arkasına saklanarak, kimisi de ruhsal hastalık nedeniyle... Ne diyelim; tez elden selamete ersinler de, haklarında hayırlısı olsun.
Eleştirinin arkasında başka ruhsal motifler bulunması da sık görülen durumdur. Bazen siyahı işaret ettiğimizde, gerçekte istediğimiz beyazdır. Örneğin bir ziyarette ikramı reddederken verdiğimiz işaret, ikramı kabul edebileceğimiz yönündedir. “Hani istemem, yan cebime koy” denir ya; öyle işte... Bu anlamda G. Maughana’nın ilginç bir cümlesini aktarmak isterim: “İnsanlar, sizden kendilerini eleştirmenizi istediklerinde bile, gerçekte sizden övgü bekliyorlardır.”
Diyelim ki; Maughana haklı olsun; onun dediği gibi, şikâyet edenlerin kafalarının arkalarında takdir edilme duygusu olsun, biz de konuya onları takdir yönünden yaklaşalım. Peki; neyi takdir edeceğiz? Cehaleti mi? Saldırganlığı mı? Karalama yeteneğini mi? İhbarcılığı mı? Arkadan vurmayı mı?
Eleştiri yapacağım derken karalama çukuruna düşen kişilere Francois Games’in bir sözünü hatırlatmak isterim: “Yalnız yaşamak istemiyorsan, birlikte olduğun insanları gereksiz yere eleştirmekten vazgeç!” “Eğer bu yaptığını sürdürmeyi kafana koyduysan, başına geleceklerin sorumlusu da sen olursun” diye eklemeyi unutmuş.