Boşluklar, beklentiler ve dengeler

Doğa yasaları gereği, evrende hiçbir yer uzun süre boş kalmaz. Bir oyuk oluştuğunda hava ya da su orayı hemen doldurur. Benzer bir dinamik insan ruhu ve yaşamı için de geçerlidir; yaşam, boşlukları sevmez. Zihnimizde veya duygusal dünyamızda oluşan her türlü boşluk, en yakınımızdaki düşünce ve duygularla –çoğu zaman bizim kontrolümüz veya farkındalığımız dışında– hızla doluverir. Eğer bu boşlukları sağlıklı bir şekilde dolduramazsak, bu durum üzerimizde büyük bir içsel basınca ve nihayetinde krizlere yol açabilir. Tatmin edilemeyen ihtiyaçların yarattığı bu baskıyla başa çıkmak, insan doğası için hiç de kolay değildir.

Modern dünyada artık Robinson Crusoe’nun o meşhur yalnızlık adasına yer yoktur. Ne kadar kendimizi sosyal hayatın dışında tutmaya çalışırsak çalışalım, hepimiz karmaşık bir ilişkiler ağının içinde yaşıyoruz. Bu ağın içinde bizi en derinden etkileyen unsur ise insan ilişkileridir. Her ne kadar “Beklentisizim” desek de, doğamız gereği her ilişkiden beklentilerimiz olması kaçınılmazdır. Ancak bu noktada bir körlük yaşarız: Kendi arzularımıza, karşı tarafın neyi yapıp yapmaması gerektiğine o kadar odaklanırız ki, karşımızdakinin de kendine has bir karakteri, yaşamı ve doldurması gereken kendi boşlukları olduğunu unuturuz. Oysa bizim ihtiyaçlarımız ne kadar doğalsa, bir başkasının da ihtiyaçlarının olması o kadar doğaldır.

İlişkilerde dengeyi bozan temel unsurlardan biri, ihtiyaçların ya abartılması ya da eksik bırakılmasıdır. Deneyimsizlik veya farkındalık eksikliği bu dengesizliği besler. İlişkilerin en ciddi hastalıklarından biri, kişinin kendisini diğeri için feda etmesidir. Bu, sanılanın aksine erdemli bir davranış değil, ilişkinin sağlığını bozan yaygın bir sorundur. Bir diğer sorunlu tutum ise, karşı taraftan duygusal ihtiyaçlarımızın sınırsız ve karşılıksız bir hoşgörüyle karşılanmasını beklemektir. Aramadığında, gelmediğinde veya beklediğimiz güzel sözleri söylemediğinde karşımızdakini suçlamak, hatta cezalandırmak, aslında ilişkinin iki kişilik bir yapı olduğunu gözden kaçırdığımızı gösterir.

Bir tarafın sürekli veren, diğerinin alan olduğu bir ilişki modeli duygusal açıdan sağlam değildir. Aynı şekilde, birinin sürekli konuştuğu diğerinin sadece dinlediği bir iletişim, bir süre sonra katlanılamaz bir monoloğa dönüşür. Sağlıklı bir ilişkide taraflar katılımcı, paylaşımcı ve yaratıcı olmalıdır. Bu noktada değişim kaçınılmazdır; ancak değişim için önce sorunların ve bu sorunların yarattığı ihtiyacın farkına varılması gerekir. Kendini kusursuz ve değişime ihtiyaç duymaz gören birinin ilişkide mutlu olma ihtimali çok düşüktür; çünkü bu kişi paylaşmaya zaman ayırmak yerine kendi kusursuzluğunun takdir edilmesini bekleyecektir.

İlişkilerde eşit ve beklentisiz bir katılımın önündeki en büyük engel korkulardır. Zayıf görünmemek için korkularını maskelerin ardına gizleyen kişiler, aslında ilişkilerinin sağlığını tehlikeye atarlar; çünkü korkuların gölgesindeki bir ilişkinin uzun ömürlü olması beklenemez. Sonuç olarak, her bireyin kendine has bir dokunuşu ve özelliği olduğunu unutmamalıyız. Eğer taraflar bu bireysel farkları yok sayarsa, bir süre sonra ilişkide kıpırdayamaz hale gelirler. Unutulmamalıdır ki, hiç kimse kendini zincirlenmiş hissettiği ve soluk almakta zorlandığı bir ilişkiyi sonsuza kadar sürdürmek istemez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi