
Gürcan Banger
Değişim ve İnsanlığın İlerlemesi
Uygarlık, geçmişte olduğu gibi bugün de hareket etmektedir. Ne var ki; bir odak değişimine uğramıştır. Günümüzde akış, sınai ve ticari coğrafya açısından –geçmişteki Doğudan Batıya olan akışa karşın– bu kez Batıdan Doğuya doğru olmaktadır. Diğer yandan bilişim, iletişim ve ulaşım alanlarında oluşan ilerlemelere bağlı olarak akışın hızı, yüksek düzeylere ulaşmış ve giderek ivmelenmektedir.
20’inci yüzyılın ilk üç çeyreği ile son 50 yılı karşılaştırırken, uygarlığın gelişme odaklarını ve yayılma özelliklerini dikkate almak gerekir. Örneğin küreselleşmenin üretilmesinde ve yayılmasında birincil derecede etkin olan ülke, şirket ve kentler vardır. Küresel gelişmelerden olumlu yönde etkilenen ülke ve bölgeler yanında küreselleşmeyi bir olumsuzluk olarak yaşayanların sayısı hiç de az değildir. Dünyadaki değişim, özellikle az gelişmiş ülke ve toplumların bazı bölümlerinin gelişmesine vesile olurken, bir yandan da bölgeler ve sosyal katmanlar arasında eşitsizliğin artmasını da sağlayabilmektedir.
Türkiye gibi ülkelerin sosyo-ekonomik yapısını yakından incelediğimizde; tüm göstergeleriyle birlikte hâlâ aynı anda tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumu özelliklerinin bir arada yaşanmakta olduğunu görürüz. Ülkenin farklı bölgelerinde, farklı şehirlerde, aynı ilin farklı yörelerinde, hatta farklı mahallelerde farklı uygarlık düzeylerinin izlerini görebilmekteyiz.
Ortalama yıllık gelir, ekonomide oluşan toplam hâsılanın ülke nüfusuna bölünmesi ile elde edilen bir sayısal değerdir. Asla ülkedeki gelir dağılımının adaleti veya işsizlik düzeyi gibi konularda bilgi vermez. Örneğin kişi başına ortalama yıllık gelir artarken, zenginler daha zengin ve yoksullar daha yoksul hale geliyor veya ülkede işsizlik düzeyi yükseliyor olabilir. Bir iktidarın sosyo-ekonomik politikaları, kendini başarılı saymak için sadece kişi başı gelirin artıyor görünmesi ile yetinemez. İhracatın artıyor görünmesi, madalyonun sadece bir yanıdır; ihracat artarken, insanların geçim sıkıntıları da artıyor olabilir. Başta yurttaşların insanca yaşam için gerekli gelir düzeyi olmak üzere bölüşümdeki adalete, gelirin yaygınlaşmasına, eğitimin erişilebilirliği ile uygarlığın ürünlerinin toplum içinde yaygın kullanımına ve diğer insani gelişmişlik göstergelerine bakmak gerekir.
Gelişmiş ülkeler eşdeğeri bir uygarlık düzeyine varılmış olduğunu söyleyebilmek için, vatandaşlar yanında ülkenin değişik bölgelerindeki kentler, kurumlar, kuruluşlar ve firmalar arasındaki gelişmişlik düzeylerini karşılaştırmak gerekir. Kent ve kır arasındaki gelişim düzeyleri, karşılaştırmalı olarak incelenmek zorundadır.
Bir ürünün ortaya çıkması için gerekli olan unsurlara üretim faktörleri adı verilir. Klasik iktisat anlayışı bu faktörler arasında toprak, sermaye ve emeği saymıştır. Sonraki dönemde girişimin de üretim faktörleri arasında sayılması gerektiği fikri oluşmuştur. İnsan yaşamı ve ekonomideki öneminin artması ile birlikte bilgi de üretim faktörleri arasında sayılır olmuştur.
Üretim faktörleri arasında; 20’nci yüzyılın ilk üç çeyreği ile sonraki dönem arasında ciddi nitelik değişimine uğrayan emeğin özel bir yeri mevcuttur. 1970 öncesi dönemin özelliği, bir işçi için bir iş olarak ifade edilebilecek bireysel olarak tanımlanmış iş kavramının varlığı idi. Esnek üretim modellerine geçilmesi ile birlikte her işçi, bir takımın parçası olmaya başladı. Bu dönemde işler, bireyler yerine gruplara esas alınarak tanımlandı. Bu yeni durum, çalışanların tek başlarına başarılı olmanın yanında bir takım elemanı olarak başarı göstermeleri gereğini de doğurdu. Bugün iş süreçlerinde çatışma yönetiminin, liderliğin ve takım çalışmasının önemsenmesinin altındaki mantık budur.
Belli büyüklükteki firmalar açısından bir insan kaynakları bölümünün olmaması veya personel yönetimi için geliştirilmiş kurallar bulunmaması, bir anlamda işletme kültürünün ayıbı olarak kabul ediliyor. Çünkü dün emek piyasasından sağlanan niteliksiz iş gücü, bugünün yönetim ve işletme anlayışları uyarında yetersiz bulunuyor. Her çalışan için bir yönlendirme eğitiminin uygulanması, iş yaşamının sıradan faaliyetlerinden biri haline geldi. Okulda alınan eğitimin, hızlı değişen bir dünya için yeterli olmadığı konusunda herkes hemfikir… Bu nedenle hizmet için eğitimin varlığı ve sürekliliği, yeni türden iş yaşamı için son derece önemli kabul ediliyor.
İş gücünün niteliğinin iyileştirilmesi ihtiyacının dayandığı birkaç nokta var. Öncelikle klasik iktisatçıların hayallerinden olan tam istihdama ulaşılmasının bir hayal olduğu hemen herkes tarafından kavrandı. İşsizlik olgusu, artık reel ekonomilerin net göstergelerinden biri olarak literatürde yerini aldı. İşsizlik oranının aşağı veya yukarı hareket etmesi, hükümetlerin ekonomik başarı veya başarısızlığı olarak kabul ediliyor.
İşsizliğin tüm ekonomilerde ciddi bir sorun olarak var olması, iş bulabilmek için insanların yoğun bir yarış içine girmelerini gerektiriyor. Bu yarışta farklılaşabilmek ise yüksek nitelikli eğitim ihtiyacını artırıyor. Geçmişte devletin görev alanı içinde yer alan eğitim-öğretim, kamunun bu görevi tam olarak yerine getirememesi nedeniyle başka kurum ve kuruluşlar tarafından karşılanmaya başladı. Bu süreci başarıyla yöneten ülkeler bulunduğu gibi, devletin sektörden çekilmesi ile yozlaşmanın yoğun yaşandığı örnekler de var. Ülkemizin bu geçiş sürecinde çok başarılı olduğunu söylemek pek mümkün değil.