Seda Kağıtcı
Hey yıllar...
Takvim yaprakları birer birer kopuyor. Günler günleri kovalıyor, hayat geçiyor, ömür bitiyor. Duvarlarda sararan takvimler, çekmecelerin arasında kalmış eski ajandalar, günlükler ömrümüzün sessiz tanıkları gibi sanki.
Ne kadar çok yıl devirdiğimizle övünüyoruz çoğu zaman. Doğum günümüz geldiğinde seviniyoruz. Ama dönüp ardımıza baktığımızda, yaşlanıyoruz aslında ve içini doldurabildiğimiz yılların pek de çok olmadığını fark ediyoruz bir anda.
Eskiler söylerdi: “Ömür dediğin, alınan nefesle değil; yaşanan hatıralarla ölçülür" diye. Ne kadar doğru... Kimimiz çok yaşar ama hayatına sığdıracak şey bulamaz; kimimizse kısa bir ömrü, koca bir destan gibi anlatılacak anılarla doldurur.
Çocukluğun sokak oyunlarını, ilk gençliğin saf dostluklarını, aile sofralarının bereketini hatırlayın… Onlar yılların içindeki hayatın ta kendisi aslında. Bugün bize hazine gibi gelen anılar, dünün sıradan günlerinden ibaretti. Bir dostun elini tutabilmek, bir omuzda rahatça ağlayabilmek, bir yüreğe dokunabilmek, bir tebessümle karanlığı aydınlatabilmek... Sonra mesela kalbinin başka biri için çarpması, birini sevmek, aşık olmak… İşte hayatımızdaki asıl kayda değer şeyler bunlardı. İnsan, ardında bıraktığı güzelliklerle yaşar. Yılları tüketmek kolaydır; zor olan yıllara hayat katabilmektir.
Bu yüzden zaman zaman kendimize şu soruyu sormalıyız; “Takvimler ilerlerken, ben yıllarıma ne kadar hayat katabildim?” Cevap ne olursa olsun, hala geç değil. Çünkü hayat, sayılardan değil, anlamlardan oluşur. Şunu unutmayalım; önemli olan uzun yaşamak değil, yaşadığımız zamanı değerli kılabilmektir.