
4-Mustafa KANTARCI (GÖZLEM)
ÖMÜR DEDİĞİN NEDİR Kİ?...
Bağdat’ta Ağustos sıcağı ortalığı yakıp kavurmaktaydı. Herkes, serinleyeceği gölge bir yer, ferahlatacak bir rüzgâr arıyordu. çarşı-pazar kurulmuş, alışveriş başlamıştı.
Bu arada bir adam, yüksek dağların mağaralarından getirdiği buzları satıyordu. Buz kalıpları eriyip ziyan olmadan bir an önce onları satmalıydı. Gel gör ki, ekonomik durgunluk sebebiyle fazla buz satılmıyordu.
öğle sıcağı bastırınca buzlar yavaş yavaş erimeye başladı. “Mal canın yongasıdır!” ya; tek sermayesi olan buzlarının gözü önünde eridiğini görmek, adamın içini de eritiyordu.
Erimenin hızlanmasıyla içi yanan adam şöyle bağırmaya başladı: “Sermayesi sürekli tükenen bu fakirden buz alan yok mu?”
O sırada talebeleriyle oradan geçmekte olan büyük veli Cüneyd-i Bağdadî bu sözleri duyunca birden durdu ve olduğu yere çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Talebeler telaşlandılar ve “Ne oldu hocam?” diye sordular.
Cüneyd-i Bağdadî, “Şu adamın söylediklerine dikkat edin!” diyerek, buz satıcısının tarafına baktı. Adam, içinin yandığı sesinden belli olacak şekilde sürekli bağırıyordu: “Sermayesi tükenen buzcudan alışveriş yapan yok mu?”
Büyük veli, o durumun, “Fırsat eğitimi” için iyi bir vesile olduğunu düşünerek şunları söyledi talebelerine:
“Bu sözler beni sarstı. Eriyenin sadece buzlar değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu farkettim. Sıcak, adamın maddî sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor. Saniye saniye, dakika dakika ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz? Sahip olduğunuz en değerli sermaye ömürdür. Onun ne kadarını Allah’a satabilirsek yani Onun yolunda değerlendirirsek elimizde o kâr kalacak. Gerisi, satılmadan eriyip toprağa damlayan buzlar gibi boşu boşuna ziyan olup gidecek. Ayrıca bizden de hesabı sorulacak. Bunun unutmamalıyız. Adamın buzlarının erimesine olduğu kadar, ömürlerinin boşa tükenmesine karşı içi sızlamayanlara yazıklar olsun…”
Talebeler ayak üstü unutamayacakları iyi bir ders almış, çok etkilenmişlerdi. Düşüne düşüne yollarına devam ettiler.
Şair Ferazdak’ın ümidi: Meşhur Arap şairi Ferazdak Hicri 110 da Küfe’de vefat ettiğinde geride değerli şiirlerini topladığı bir de divan bırakmıştı. Aradan 1300 küsür sene geçmesine rağmen edebiyat kitaplarında ismine hala rastlanmaktadır. Kalender, laubali bir yapıya sahip olan şair fikirlerinde iddialı bir kişiydi. İyi geçinmediği karısı Nevvar’ı nihayet boşayan Ferazdak sonra çok pişmanlık duymuş bu yüzden öldüğünden Nevvar’ı nihayet boşayan Ferazdak sonra çok pişmanlık duymuş bu yüzden öldüğünde Nevvar’ın cenazesine Büyük Veli Hasan-ı Basri ile birlikte iştirak etmiştir. Bu sırada Ferazdak koluna girdiği Büyük Veli’ye şöyle dedi:
- Bu halk ikimizi kolkola görünce biliyor musun ne derler?
- Ne derler?
- Derler ki, “Küfe’nin en hayırlısı ile en şerlisi birleşti bu cenazede!”
Hasan-ı Basri mütevazi bir Veli: “Ben Küfe’nin en hayırlısı değilim sen de en şerlisi olamazsın. İkimiz içinde mühim olan şu mezara ne götürüyoruz, onu düşünmektir. Halkın sözüne boşver sen.
Bu defa Ferazdak kusurunu itiraf etti:
- Vallahi benim buraya getirecek bir amelim yoktur. Baştan aşağı kusurla doluyum. Sadece bir ümidim var, o da altmış yaşına gelinceye kadar saçımı sakalımı tevhid inancı içinde ağartmış olmamdır”
ömür boyu bir an olsun İslam inancından zaafa düşmedim. Aradan zaman geçer Ferazdak da vefat ederl. Bir dostu onu rüyasında görünce sorar:
-Halin nedir?
-Hasan-ı Basriye mezarlıkta kusurumu itiraf ettiğimin faydasını gördüm. Saçımı sakalımı Müslüman olarak ağartmış olmam beni himaye etti.
Ferazdak, tandıra düşüpde alaca bulaca yanmış kediye derler. Şaire bu ismin verilmesine sebep yüzünden çiçek hastalığından meydana gelmiş alaca bulaca çukurlardı. Onun bu halde olması adının asırlarca ilim aleminde anılmasına mani olmamıştır.
Dünya bir misafirhanedir. Dünyayı bir misafirhaneye benzetmişlerdi ne güzel bir benzetiş...Yolcu oraya gelir, birkaç gün eğlenir, sonra bırakır gider. Bu misafirhaneye binlerce asırdan beri kimler geldi kimler gitti. Nereye gitti, şimdi nerededirler nasıl ülkeler ne medeniyetler kurdular, şimdi ise onların yerlerinde yeller esiyor...
İnsan ve dünya üzerindeki herşey böyledir. Dünyaya geliş, hayat safhaları bebeklik, çocukluk, yiğitlik, kocalık birbirini izler. Vakti gelen misafirhaneyi terk eder gider. Dünyada yaptıklarının karşılığını orada görür. Dünya ahiretin tarlası olduğunu burada anlamamışsa orada anlar. Ektiyse onu toplar hayırsa mükafat, şerse ceza görür. Dünya kimseye kalmaz. Herşey fani. Yalnız Allah (cc) bakidir.
BERCESTE:
Dehr-i dûnun devleti âhir hayâl-i hâb olur Aşkiyâ var gönlünü düşünde sultân oldu tut.
Bugünkü dilde karşılığı: “Alçak dünyanın bütün devleti yani iyi talih ve ikbal sermayesi en sonunda bir düş oluverir. Ey Aşki! Var sende gördüğün bu düşte gönlünü bir sultan oldu farz ediver”
Evet dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Hakikatte herşey bize bu dünyanın bir rüya olduğunu günümüz ifadesiyle sanal bir alemde yaşadığımızı haykırıp durmaktadır. Yeterki görmesini bilenlerden olalım!... Gözler, kulaklar, kalpler mühürlenmeden...