
Gürcan Banger
Yaşam, ölüm ve sevgi
Ölüm, yaşamı anlamlandırıyor. Muhtemelen yaşam da ölüme anlam veriyor. Ölümü iyi anlamak, yaşamın kavranmasını kolaylaştırıyor. Yaşamı anlamlı kılan bir diğer kavram ise sevgi… Sevgi, adeta yaşam ile ölüm arasındaki uzun ya da kısa yolun ilmek ilmek örgüsü oluyor.
Sevgi eğitimi, yaşamla birlikte başlıyor. Bu nedenle sevgi, çocuklukta öğrenilmeye başlanır. Yaşama karşı farkındalık başladıktan sonra sevginin odağında anne ve baba bulunur. Çocuğun sosyal yaşamının zenginleşmesi ile birlikte; sevgi de, anne ve babanın dışına açılarak yeni biçimler kazanır. Başka insanları sevmek ve başkaları tarafından sevilmek, anne-baba sevgisi mutlaklığının aşılması ile elde edilir.
Bu noktada iki olası sorundan söz edebiliriz. Birincisi; çocuk, anne ve babanın ilgisizliği ve kayıtsızlığı nedeniyle sevgiyi öğrenmekte zorlanabilir. Anne veya babanın sevgisine olan özlem, bu iklimde yetişmiş bir çocuğun bütün sevgi ilişkilerini etkiler. Kendinden yaşça büyük kişilere duygusal ilgi duyan insanların pek çoğunun, sevgi geçmişinde anne-baba ilgisizliğinin bulunması şaşırtıcı değildir. İkinci olarak; sevginin, anne-baba sevgisinden dış dünyadaki diğer insanlara olan sevgiye doğru açılımında sıkıntılar olabilir. Sevgi dolu olsa bile, dar bir aile çevresinde yetişmiş çocukların ileri yaşamlarında en belirgin özelliklerinin bencillik olmasının nedeni budur, demek yanlış olmaz.
Bu iki durum da, ilerleyen yaşlarda sevgide başarısız olmanın önemli nedenleri arasında yer alır. Böyle bir geçmişi yaşamış insanlar, ya sevgi bağları kurmakta zorlanırlar, ya da bu özellikleri davranışlara yansıdığından; diğer insanların kendilerinden uzaklaşmalarına neden olurlar.
Aslında üçüncü bir durum daha var. Bu durum, sevgi ihtiyacının fark edilmesi için kişinin yeterli zamana sahip olamadığı biçimdir. Geleneksel özellikleri etkin ailelerde yetişen çocuklar, eğer çok genç yaşlarda kalıcı bir ilişkiye girmek zorunda kalırlarsa, bir sevgi ihtiyacının farkına varmadan sevgisiz bir birlikteliğe adım atmış olurlar. Sevgisizlikten kastım, karşı cinsten bir kişi ile olması gereken duygusal iletişimin farkında olmamaktır. Bilinmeyen konusunda bir ihtiyaç da oluşmayacağı açıktır.
Zamanla gelişen alışkanlıklar, bir sevgi ihtiyacının oluşmasına da geçit vermez. Her şey, günlük akışın olağanlığı içinde sürer gider. Bu tür ilişkiler, genelde alışkanlıklar ve korkular üzerine kurulmuştur. Böyle ortamlarda bireyin kendi taleplerinden daha çok, başkalarının ne düşüneceği üzerine kurgulanır yaşamlar. Özetle; böyle bir durumda farkında olmayış nedeniyle bir sevgi ihtiyacı oluşamaz.
Şekli ne olursa olsun; sevgisizliği bir karakter unsuru olarak yaşamış olan kişi, bir gün sevginin varlığını keşfeder. Ne yazık ki; bunun ona yansıma biçimi genelde bir ümitsizlik şeklinde olur. Sevgi ile dolu dolu yaşanabilecek bir ömür, adeta harcanmıştır. O güne kadar olan süreçte atılan adımlar ve verilen sözler, birer pranga olarak kişinin yeni seçimler yapmasına engeller olarak karşısında durmaktadır. Bunlar, ümitsizliğin göstergeleri olarak kişinin dış dünya ile olan bağlantılarına yansır.
Ümitsizlik, içine bir çığlık bırakılmış, derin bir kuyudur. Çığlık, “Beni sev” mesajını taşımakla birlikte; ümitsizlik kuyusunun karanlığı, insanları uzaklaştıran bir özelliğe sahiptir. Sevilmeyi istemekte ne var ki, diyebilirsiniz. Doğrudur; herkes sevilmeyi ister. Ama sevgi sadece bir kuyuya emanet edilebilecek bir çığlık değildir. Sevgi, herkesin kendi adımını attığı bir karşılıklı yürüyüştür. Kendi adımını atmak ise bir kuyuya çığlık emanet etmekten daha fazla bir şeydir.
İnsan, siyah ve beyazı birlikte öğrenir. Doğum ve ölüm de birlikte öğrenilen iki kavramdır. Çoğu zaman doğum sevindirirken, ölüm bizi üzer. Ölüm diye başladığım bu satırları ise Hayyam ile bitirmek uygun düşer: “Niceleri geldi neler istediler. / Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. / Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi? / İnan; o gidenler de hep senin gibiydiler.”
Son söz: Sevgi, bir yaşam biçimidir.