Yönetim ve kahramanlık kültü

Yönetim tarzları tüm dünyada birbirine benzerlikler gösterir. Ama bizim alışkın olduğumuz biçimi anmadan geçmek, doğrusu yönetim birikimimize haksızlık olur. Öncelikle yönetici, daima kendinden daha az yetkinlikleri olan kişilerle çalışmayı ister; çünkü kendisine rakip üreterek kendi pozisyonunu risk etmek istemez. Yine bu nedenle pozisyonu kendisinden sonra dolduracak olan veliahdın yetiştirilmesinde gayet kıskançtır. Bazı bilgi ve deneyimin sadece kendisinde saklı kalmasına özen gösterir.

Alt düzeylerde çalışanların da yönetim modelimizin oluşmasında değerli katkılarını görmemezlikten gelemeyiz. Yönetim tarzımızın alt katlarında en belirgin tercih, problemlerin asla üst yöneticiye yansıtılmamasıdır. Böylece alt kattakilerin rahatları bozulmamış olur, başarılı görünürler. Üst düzey yönetici de başarısızlığın verebileceği rahatsızlıkla alt kattakilere fatura çıkarmaz. Bir tür ‘alan razı, satan razı’ yaklaşımı diye kabul edebiliriz.

İş bu kadarla kalmıyor. Kimi yöneticilerimiz vardır ki; kendilerini kurumun seçkinleri arasında sayarlar. Seçkin olmanın gereği, aşağı sınıftan kabul edilenleri hor görmektir. Bu modelde yukarıdan bakıldığında, aşağıdakiler minicik; aşağıdan yukarıya bakıldığında yukarıdakiler dev gibi görünür. Davranış biçimleri de bu görünüme göre belirlenir: Aşağıdakiler yukarıdakilere karşı abartılı biçimde ‘saygılı’ ve korkulu; üst kattakiler alttakilere karşı aşağılayıcı ve küçümseyici… Eh; bir yandan da gelenek, üsttekinin vurduğu yerde gül bittiğini öğretir bize.

En çok ‘kurtarıcı kahramanlarımızı’ severim. Kültürümüz, kahramanlarımızın yüceltilmesi konusuna özel bir önem verir. Aslına bakarsanız; daha küçücük yaşlardan başlayarak kahraman olmak üzere eğitilir ve büyütülürüz. Kahramanlık, ancak seçkin insanlara nasip olabilecek bir özelliktir. Eğer kişide bu nitelik yoksa, kahramanlık kültü ile canını feda etmek kültü ile ikame edilir. Bir anlamda kendini feda etmek –ki, bunun feda mı heba mı olduğu tartışılır– kahramanlık mertebesine ulaşmak ve rüştünü ispat etmek için geleneğin koyduğu önde gelen kurallardandır.

İnsan, farklılığını yaşamı ile yaratır ve geliştirir. Ama insanı yok sayan gelenek, ölümü özlenecek ve gıpta edilecek bir yücelmeye dönüştürür. Bu nedenle yaşama verilecek emek, yerini geleneğe uygun biçimde bir ölümün sabırsızlığına bırakır. Önce öldürmek, öldüremiyorsan fedakârca ölmek bireyin yegâne amacı haline gelir. Yaşamak adına yapılması gereken tercih, yerini ölüm kahramanlığına bırakır.

Kahramanlık kültü, bir tapınıcılık kültürüdür. Kendi yarattığına tapınma, deyim yerindeyse Cahiliye döneminin taştan, tahtadan putlarına ibadet etmeye benzer. Hâlbuki halkın temsilcisini seçen ve onu vekil yapan biziz. Ama daha sonra halkın oyuyla seçilmiş olanı, tapınılacak düzeye tırmandıran da yine biz oluyoruz. Bu tapınma geleneğimiz bir yandan bizi putlara alıştırırken, halkın temsilcilerinin de kendilerini Cahiliye devrinin putları gibi algılamalarına neden oluyor. Özetle; yanlış algılarımız, insanı put haline dönüştürüyor.

Son bir izlenimle bitireyim. Sayıları pek fazla olmasa da; yaşamını, bildiği sözcükleri iki yüzden iki bine, iki binden yirmi bine çıkarma yönünde çaba sarf edenlerimiz var. Kısıtlı sözcük, kavram ve deneyim dağarcığımızı okumuşlukla zenginleştirmeye çalışıyoruz. Ama bir zaman geliyor ki; yaşamın çok uzağına düştüğümüzü fark ediyoruz. İşte; böyle bir durumda da başımıza kasket giyip sıradan bireyler gibi iki yüz kelime ile iletişim kurmayı deniyoruz. Acaba hangisi yanlış? Bir yaşam boyu, eğitim adına yapılan ezbercilik mi, yoksa aydın yerine ancak ‘okumuş’ olmanın ezikliğini görüntüde halklaşmayı deneyerek aşmaya çalışmak mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi