2-Sedat AYDOĞAN (DETAY)

2-Sedat AYDOĞAN (DETAY)

(DEYİŞLERİMİZ NEREDEN GELİYOR?)

Pazar yazılarında bu haftaki konumuzu deyimlerimizden seçtik.
Gün içerisinde çoğu kez kullandığımız;
Gelişen olaylar karşısında, yaşananları ancak tarif edebilen bu sözlerin günümüze nasıl geldiğine göz atacağız.
Umarız ki, beğeniyle okursunuz!
İşte ağzımızdan sürekli çıkan bu deyimlerden seçtiğimiz birkaçının açıklaması...
Herkese mutlu ve huzurlu pazarlar...
K K K
SAMAN ALTINDAN
SU YÜRÜTMEK
Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.
Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.
Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam, herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış. Kimseler fark etmesin diye de suyolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su, diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş. Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.
Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü fark etmişler.
Bu deyim "gizlice iş görmek, kimselere fark ettirmeden işler 'çevirmek" anlamında kullanılır...
DOLAP ÇEVİRMEK
Eskiden Paşa, vezir, sadrazam, komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin
Konakları olurdu. Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık
adı altında iki kısım bulunur.
Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen, silindir
Biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi.
Yarısı açık, yarısı kapalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş, dar raflar bulunurdu.
Kadınlar kısmında pişen yemekler, içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.
Kadınlar ikram edilecekleri dolabın kapalı kısmına yerleştirip, erkekler kısmına çevirir,
Tabaklar, fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi.
Böylece kadın erkek birbirini görmeden servis yapılmış olurdu.
İşte bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş.
Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup, çiçek vesaire verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış.
Delikanlıya mendil mi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.
ATEŞ PAHASI
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamadılar. "Biz nerelere geldik böyle?" diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgâr ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkâr ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı. Bir de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, "Doğrusu şu ateş bin altın eder" diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi: "Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik" dedi ve sordu: "Söyle bakalım borcumuz ne kadar?" Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi: "Bin bir altın yeter, beyzadem" dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın, ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekâsı karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. İşte ateş pahası sözü de buradan gelir.
FOYASI MEYDANA ÇIKMAK!
Kuyumcular yaptıkları yüzük, kolye, küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer, bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış.
Zamanla da bu foyalar çıkar, dökülür. Bu benzetme yapılarak sahte, yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır
GÜME GİTMEK!
Yeniçeriler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahale edip, göz altına alacakları adamları kodeslere götürür, içeri atarken de hooop... güümm derlermiş.
Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara, 'vay be! adam bağıra çağıra güme gitti!' derlermiş.
ÇİZMEYİ AŞMAK
Söyleyişte daha ziyade "Çizmeyi aşma!" yahut "Çizmeden yukarı çıkma!" biçiminde emir kipiyle ve boyundan büyük bir işe girişildiğini ima eder mahiyette kullanılan bu deyimin hikâyesi şöyledir:
Milad-ı İsa'dan üç asır evvel Efes'te Apella (Apel) isimli bir ressam yaşarmış. Büyük İskender'in resimlerini yapmakla şöhret bulan Apel'in en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir kunduracı Apel'in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam resmin üst kısımlarını da eleştirmeye ve hatta teknik yönden, sanat açısından renklerin kontrası ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel perdenin arkasından bağırmış.
Efendi! haddini bil; çizmeden yukarı çıkma!
TOPRAĞI BOL OLMAK
İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bir takım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi Tanrılarına sunmak ve öte dünyada kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu
Türk Beyleri de İslamiyet'ten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürlerdi. Sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi
Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır
Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalanmaya başlanınca ölenin ruhunun muazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kullanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır

Önceki ve Sonraki Yazılar
2-Sedat AYDOĞAN (DETAY) Arşivi