Gürcan Banger
Şehri kalabalıklaştırmayın!
Bir projeye katılan veya ondan etkilenen paydaş sayısı ne denli çok olursa proje hazırlamanın ve yönetiminin önemi o kadar artar. Özellikle şehir ölçeğindeki bir proje kaynağı ve yapımcısı bulup işi gerçekleştirmekten ibaret değildir. Projenin artılarını ve eksilerini hesaplamak, beklenmeyen durumları öngörmek, sonuçları ölçmek ve değerlendirmek, gerekirse elde edilen verilere göre yol, yöntem değiştirmek demektir.
Diğer yandan şehri konu alan veya etkileyen projeleri bütünsel bakış açısıyla düşünmek gerekir. Konuya sadece alt-bölgesel ya da sektörel olarak bakılamaz. Örneğin şehrin eğitim-öğretim sektörüyle ilgili yapılacak bir büyük proje sadece bu alanla sınırlı kalmayacak, şehrin tamamını etkileyecektir. Şehrin belli bir bölgesine büyükçe bir alışveriş merkezi yaptığınızda –ya da yapılmasına onay verdiğinizde–söz konusu AVM’yi merkez alan büyükçe bir daire içinde ulaşımı ve park etme imkânlarını düşünmek zorundasınız. Projenin olumsuz sonuçlarını baştan öngörmezseniz önce söz konusu bölgeyi, ama daha da önemlisi şehrin içinde çıkılmaz sorunlar içine atmış olursunuz.
Dünya şehir deneyimlerinin gösterdiği önemli bir sonuç var. Şehirde yapılan bir yanlışı düzeltmek çoğu zaman onu yapmaktan çok daha pahalıya mal oluyor. Yenileme, bakım ve onarım işleri için harcanan kamusal kaynak bir projenin yapımından çok daha büyük tutarlara baliğ oluyor. Ama ne yazık ki, kurumsal ve kişisel sorumluluk gibi bir konu yönetim kültürümüzde mevcut olmadığından hata yapanın yaptığı yanına ‘kâr’ kalıyor. Bu nedenle siyasal vitrin adına kamusal kaynaklar kolayca çarçur ediliyor. Siyasal makam, ikbal veya rant adına şehirler çözümü imkânsız zorluklar içine sürükleniyor.
Avrupa’nın beğeni ile izlediğimiz şehirlerine bakın. Neredeyse tümünün belli bir büyüklüğü geçmediğini gözleyeceksiniz. Şehirdeki nüfus yoğunluğu olabildiğince dengeli tutulmaya çalışılıyor. Bir anlamda şehirde yaşayan vatandaş başına düşen yerel maliyetler de yönetilebilir ve denetlenebilir düzeyde tutuluyor. Şehrin büyük bir ekonomi olduğunu düşünürsek, şehirli birey başına gelir ve gider dengesi gözetilmeye çalışılıyor.
Bizim şehirlerimize geldiğimizde ise aksine bir durum gözlüyoruz. Öncelikle; nüfus açısından dengesizlik ve başıboşluk bir kural haline gelmiş. İsteyenin canı çekeni yapmasını adeta bir hak ve özgürlük unsuru olarak görüyoruz. İkincisi; şehirlerin büyük ve kalabalık olması adeta bir gelişmişlik kriteri olarak kabul ediliyor. Sınırsız büyümeyi teşvik etmek adeta ‘hayırlı’ bir iş yapılmış gibi düşünülüyor. Üçüncüsü; şehir açısından sonuçları düşünülmemiş ama seçmenlerin gözlerini boyama görevini yerine getiren büyük projeleri önerip yaptıran yöneticiler başarılı olarak benimseniyor.
Bu son nokta ile devam edelim. Bir yönetici şehri nüfus olarak –göçle veya başka bir yolla– daha kalabalık bir proje girişiminde bulunuyorsa öncelikle bunun getirisini ve götürüsünü hesaplamak zorundadır. Bunun ‘seçkin’ örneklerinden birini yeni üniversite yapma girişimleri oluşturuyor.
Ülkemizde ‘üniversite şehri’ olarak bilinen yerleşimleri göz önüne getirin. Eğitim-öğretim için şehre gelen insanlar yeme-içme ve eğlenme gibi yaygın bir sektörün oluşmasına neden oluyor. Nüfus olarak kalabalık ve bahar çiçekleri gibi caddeleri dolduruveren küçük işyerleri bir canlılık yanılsaması yaratıyor. Acaba gerçekten şehir bu görünen yanılsama kadar kazanmakta mıdır? Yoksa gereksiz nüfus büyümesi ile birlikte gelenden çok daha fazlası kaybediliyor mu? Şehre hayatın kalitesi artıyor mu yoksa şehirli vatandaşlar daha kalitesiz bir hayata mı mahkûm ediliyor? Lütfen aklınızı başınıza alın ve şehri daha kalabalık hale getirmeyin. Çünkü o kalabalık gördüğünüzü sandığınız ekonomik getiriyi ve hayat kalitesini sağlamıyor.