
Gürcan Banger
Toplum Olarak Değişmek ya da Değişmemek
İster kişisel ister toplumsal olsun, yaşamın kendisi bir akıştır. Bazı zaman dilimlerinde ise her şey daha hızlı akar. 1990’lar sonrasında en ciddi değişim, yaşam kültürü alanında oldu. Hatta bu alanda oluşan değişimin, kişi ve kuruluşların gelir düzeylerini aşan yani ekonomi ötesi noktalara vardığını bile söyleyebiliriz.
Yirmi beş yıl önce kültürel değişimle ilgili olarak şunları yazmışım: “Ülkenin değişik yörelerinde var olan ve şimdiye kadar ‘görece izole’ duran kültürler hızla iç içe geçerek birbirini etkiliyor. Sentezlenmesinde medyanın da katalizör oldu yeni ve karma bir sentetik kültürün oluşma olasılığı var.”
Sosyal göçün sonuçlarından biri, gerçekten bir kültürel değişim oldu. Kır kültürü, kentlerde önemli ölçüde etkili oldu. Hem kırdan hem de kentten hayli farklı yeni sentetik bir kültür oluştu.
Bu sürece teslim olanlar arasında medyanın özel bir yeri var. Bu kültürün ‘tüketime’ yöneltilebileceğini gören medya, sentetik kültürün yerleşmesi ve yaygınlaşması için ‘üstün bir gayret’ içinde oldu. Cinsellik odaklı, kaba tavırlı sinema filmleri ile başlayan süreç, TV’de mafya dizileri ile devam ediyor. Hiç kuşkusuz; bunlara ‘beyne fren yaptırıp asli fonksiyonunu unutturan’ TV ‘aile’ dizilerini de eklemeliyim.
Yukarıda verdiğim tespite bağlı olarak bir başka paragrafta şunları yazmışım yirmi beş yıl önce: “Anlaşılıyor ki; toplumumuz, Batı modeline ulaşması için gerekli içsel ön koşulları taşımamaktadır. Yaklaşık son yüz yılda olduğu gibi, bugün de dış dinamikler, sosyal süreçlerde son derece etkililer. İletişimdeki gelişmeler nedeniyle dış dinamiklerin ve yansılarının etki alanları giderek genişliyor.”
Küreselleşme olgusu, toplumumuzu –bir spor deyimiyle ifade edersek– ‘açık düşmüş’ halde yakaladı. Türkiye, sosyal göçün yoğun etkilerini yaşarken, diğer yandan küreselleşmenin ‘tüketim toplumu’ baskısı ile karşılaştı. Gerek birey gerekse kurum olarak yeterince hazırlıklı olmayan Türkiye, kendi değerlerini hızla yitirirken, göçün etkileriyle oluşan sentetik kültür, tüketim yönelimleri ile yeni bir şekle büründü.
Yukarıda sözünü ettiğim değişim belirtilerine rağmen toplumun pek çok ana hattının değişmediğini söylemek yanlış olmaz. Sentetik görünümün altında hâlâ Doğulu bir toplumun net görünümleri var. AB sürecinde yapılan tüm yasal ve yönetsel değişikliklere rağmen ‘merkezi erkin’ tutum ve davranışlarında ciddi bir değişiklik olmadı.
Dikkatimi çeken bir başka nokta daha var. Tüm dünyada küreselleşme ve liberalleşme yönelimlerine karşı bir tepki yükseliyor. Bunun izlerini ülkemizde de gözlüyoruz. Bu tepkilerin bir bölümü, Türkiye’de siyasal İslam’a karşı oluşan tepkilerle bütünleşiyor.
Aslında buraya kadar garip olan bir şey yok. Dikkati çeken nokta, bu karşı duruşların milliyetçilik görünümü altında içi boşlatılmış kavramlarla yapılmasıdır. ‘Siyasetin içeriğinin boşlatılması’ ile birlikte düşündüğümüzde; bu durumun altındaki siyasal rant arayışlarını görmek kolaylaşıyor.
Yukarıda sözünü ettiğim sentetik kültür ve siyasal erozyon, öncelikle siyasetin içeriğini ve üzerinde temellenmesi gereken ahlâk anlayışını yok etti. İçeriği ve ahlâkı eksik bir siyaset de bugün yaşandığı kadar olabiliyor.