Yalnızlık Felsefesi

Yalnızlık, ışıkla gölgenin birlikteliği gibidir. Yalnızlık sizi sardığında; eğer onu aşmayı istemezseniz ya da aşma ihtimaliniz yoksa bir süre sonra kendisiyle yetinen uzun soluklu bir yaşam biçimi haline dönüşür. Böyle bir durumda birliktelikler imkânsızla, tek başınalık ise günlük yaşam alışkanlığı ile eş anlama gelir. Yalnızlık, öteki olmanın kültürüdür.

Yalnızlıktan şikâyet ediyorsanız, öncelikle bir “yalnızlık sever” olup olmadığınızı iyice anlamanız gerekir. Bazı insanlar kendileriyle olan iç konuşmalarını öyle bir noktaya getirirler ki, dertleşmek –konuları veya sorunları paylaşmak– için bile bir yaşam paydaşına ihtiyaç duymazlar. Bu ihtiyaç hissetmeme durumunda bir arkadaşınızın olup olmaması fazla önemli değildir. Siz yalnızlığı sevmektesinizdir ve bu nedenle şikâyet hakkınız da bulunmamaktadır.

Bir de, şu –malum– aranan insanın bulunamaması tezi var. Pek çok kişi, aradığı özelliklere sahip bir yaşam arkadaşı bulamamaktan şikâyet eder. İddia odur ki; bütün eş, sevgili veya dost olabilecek iyi insanlar sizden öncekiler tarafından kapılmıştır ama yine de bu, yapılabilecek bir şeyler kalmadığı anlamına gelmez. Ayrıca sizin dört dörtlük iyi olduğunuzu ve ötekilerin sizden daha kötü olduğunu kim söyledi ki… Belki kendinizi biraz yakından dinlemek ve incelemek, bazı fikirlerinizin yeni ilişkilerin önünü tıkadığını ve bu nedenle seçim yapmakta zorlandığınızı gösterebilir. “Bu, iyi değil” demeden önce “Ben yeterince iyi miyim” diye yeniden sorabiliriz kendimize.

Bir de; daha önce elini sıcak sobaya değmiş olanlar var. Eğer geçmişte olumsuz bir ilişki yaşamış isek ikinci kez girişimde bulunurken geçmişin acı izlerini silebilmek gerekir. Bu bağlamda size söyleyebileceğim en önemli vurgu, yaşamınızın öncelikle size ait olduğu ve yaparak veya yapmayarak kaybettiklerinizin de sizin kayıplarınız olduğudur. Tüm beklenmedik olasılıklara karşın güneş, doğudan doğmakta ve her an yaşam devam etmektedir. Yitirdiğimiz anları geri kazanmak mümkün değildir. Bugünkü zamanı, geleceğe depolamanın mümkün olmadığı gibi…

Ah, şu işkolikler yok mu? O kadar çok işleri vardır ki, ancak “teneffüslerde ya da molalarda” yalnızlıktan şikâyet etmeye zamanları kalır. Bana kalırsa; işkoliklerin yalnızlıktan şikâyetlerinin altındaki temel neden, zamanı ve kaynakları planlamadaki beceriksizlikleri olsa gerek. Her zaman arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye ve aşka zaman vardır. Önemli olan onu ciddiye alıp emek verebilmektir.

Bir de; yalnızlığı bağımsızlık sananlar var. Bu yanılsama, bir gerçek olabildiği gibi bir derin duygusal yalnızlık gerçeğinin kamufle edilmesi de olabilir. Doğru bir hukuk üzerine oturtulmuş birlikteliklerin bağımsızlığı engelleyeceğini söylemek haksızlık olur.

Bazı insanlar vardır; diğerleri ona gıptayla bakarlar. Çok tanıdığı vardır; belki de onu tanıyan bundan da çoktur. İlgi alanı geniştir; herhangi bir konuda söz söylediğinde dinlenir. Bilmediği konuda susmayı bildiğinden, bilgisine ve deneyimine saygı duyulur. Özetle; pek çok insan, onun gibi olmayı özler. Ama insan olan yerde mutlaka sorun vardır kuralı unutulur bu özlemli bakış içerisinde.

Kalabalıklar içinde yalnız olmak, bazı insanların alınyazısıdır adeta. Ama yoğunluk görüntüleri veren insanların yalnızları da vardır. Meşgul görünenler için; ne çok işleri, ne yoğun koşuşturmaları vardır diye düşünürüz. Çevrelerinde sürekli olarak, değişik kesimlerden insanlar bulunur. Onların da yalnız olabilecekleri nadiren aklımıza gelir.

Yalnızlık, kolay paylaşılabilir bir duygu değildir. Yalnız olmaktan utandığımız, başkalarına ifade etmeye cesaret edemediğimiz dönemler bile olur. Ancak yaşam deneyimimiz arttıkça, yalnızlığın pek çok insanın ortak özelliği olduğunu hayretle fark ederiz. Değişik mekânlarda bir kalabalık olarak bulunduğumuz halde, topluluğumuzun gerçekte tek tek yalnızların toplamı olduğunu kavrarız.

Yalnızlık, kaderimiz midir? Yalnızlık, kırılmaz ve değiştirilmez bir alınyazısı mıdır? Yalnızlığımızdan kurtulmak için pek çok konuyla ilgilenmemize rağmen, günün herhangi bir anında yalnızlığı duyumsamamız kaçınılmaz bir durum mudur?

Karakterimizin oluşma sürecinde en etkili dönemlerden biri çocukluğumuzdur. İlerleyen yaşlarda anlaşılmaz gibi gelen pek çok özelliğimizin yapı taşları çok erken yaşlarımızda oluşmaktadır. Çocukluğumuzda gelişen bu karakter unsurlarını bir taş temelli yapıya benzetebiliriz. Yapı yükseldiğinde, temel taşlarını göremeyiz ama onlar daima oradadırlar; bina, bu taşların üzerinde yükselmektedir. Çocukluğumuzda yaşadığımız olaylar da böyledir. O dönemde yaşadıklarımız ve bu olaylardan edindiğimiz davranış modeli, karakterimizin temel taşları olarak derinlerde bir yerlerde bizi şu veya bu biçimde ayakta tutmaya devam ederler.

Binaların yapıldıktan uzun yıllar sonra çeşitli nedenlerle iyileştirildiğini ya da sağlamlaştırıldığını bilirsiniz. Benzer şekilde; yalnızlık duygusundan ve bunun olumsuz etkilerinden uzaklaşmak için, gerçekleştirebileceğimiz bazı önlemler vardır kuşkusuz. Yalnızlık, bir yol kavşağı ise burada tercih edebileceğimiz iki yön olabilir. Birincisi; etrafımıza duvar örerek yalnızlığımızı mutlaklaştırabiliriz. Bu durumda; gerçekten bir süre sonra yalnızlık, bir yaşam tarzı haline gelir. Bazı insanlar yalnızlığın hüznü ile yaşamaktan mutlu bile olabilirler. Çevrenize dikkatle baktığınızda, yaşam tarzı olarak yalnızlığı seçmiş insanlar görebilirsiniz.

Yalnızlık kavşağından ayrılan ikinci yol ise, yaşamla köprüler kurmaya çalışan seçenektir. Etrafınıza yalnızlığı mutlaklaştıracak dört duvar örmek yerine, yaşamla aranızda yeni köprüler oluşturabilirsiniz. Ama bu seçenekte kararlılık esastır. Ayrıca emek vermeniz de gerekir.

Yaşamda siyah ve beyaz, ışık ve karanlık, olumlu ve olumsuz, sevinç ve keder daima birlikte vardır. Siyah olmazsa beyaz da olmaz. Çünkü siyahı beyazla karşılaştırarak, ışığı karanlıkla dengeleyerek tanır ve kavrarız. Ünlü düşünür Foucault’nun bir sözünü hatırlıyorum: “Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez.” Özetle, yalnızlık; ışık ve gölge gibidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi