Zekâ ve Emek Üzerine

Yapay zekânın gündemin önüne düştüğü şu günlerde doğal zekâ konusuna kısaca göz atalım. Akademisyen psikolog Carol S. Dweck, özellikle çocuklarda zekâ yerine disiplinli çalışma ve emeğin övülmesi yönünde bir sonuca varıyor. Kişideki mevcut zekâ olgusuna övgüler düzmek yerine zekânın da yaratıcı niteliğinden yararlanarak disiplinli bir çalışmanın ve emeği öne çıkarmak sürdürülebilir başarı açısından daha kalıcı sonuçlar veriyor. Bu alanda yapılmış deneysel araştırmalar bizi önemli ipuçlarına ulaştırıyor. Ama akıllı ve disiplinli emeğe vermemiz gereken değer, zekâ olgusunun önemini azaltmıyor. Canlılara özgü bu niteliği doğru kavramak durumundayız.

Zekânın psikoloji ve pedagojide (ve muhtemelen ilgili diğer bilim dallarında) kullanılan değişik tanımları var. Kolay anlaşılır bir tanım olarak; zekâyı bir kişinin sahip olduğu öğrenme gücü olarak ifade edebiliriz. Gerçekten zekâyı ölçme fikri de 20’nci yüzyılın başlarında öğrencilerin öğrenme becerilerini önceden tespit edebilme çabaları sırasında oluşmuş.

Genelde bir bireyin öğrenme gücü demek olan zekâsı üzerinde yorum yapmadan öğrenim gördüğü ortamlara da dikkat etmek gerekir. Aksine iddialara rağmen o bildiğiniz geleneksel öğretim sistemlerinde öğrencinin mi ‘öğrenim engelli’ olduğu yoksa sistemin mi ‘öğretme engelli’ olduğu bazen karışabiliyor.

Bir bireyin zekâsını özgürce kullanıp geliştirebilmesi için yaşadığı toplumsal ortamın da buna uygunluk özgürlüklerle donatılmış olması gerekir. Genç insanları önce okul denilen demir parmaklıklar arasına kapatıp sonra da geçimlerini sağlamaları için sosyal yaşam denilen vahşi ormana salmak geliştirici özgürlükler yaklaşımına pek uygun olmuyor.

İnsanlar, çok eski çağlardan beri yeri, göğü ve denizleri merak edip incelediler. Genelde fizik ve kimya türünde doğal bilimler insanların ilgilerinin odağını oluşturdu. Bireyin ruhsal durumunun ve rahatsızlıklarının büyüden ve dini ritüellerden bağımsız olarak bilimsel incelenmesi ise insanlık ve tıp tarihi açısından henüz çok yenidir. Dağı, taşı merak eden insanların kendisi hakkında bu kadar gecikmiş olması şaşırtıcıdır.

Tarihini incelediğinizde psikolojinin gelişiminin henüz çok yeni olduğunu şaşırarak görebilirsiniz. Bu alanda yapılan ciddi çalışmalar son 100 yıllık döneme ait. Örneği zekâ üzerinde yapılan ilk ölçme denemeleri Binet tarafından 1904 yılında başlatılmış. En ünlü ruhbilimcilerden Freud’un 1856-1939 arasında yaşadığını düşünürseniz insanın kendisini incelemesi tarihinin ne denli yeni olduğunu bir kez daha fark edebilirsiniz.

Önceleri insanın zekâsının doğuştan kazanıldığı ve değişmeyeceği kabul edilirmiş. Çağdaş yaklaşım ise zekânın kalıtım özelliğini kabul etmekle birlikte geliştirilebileceğine inanıyor. İlk çalışmalarda zekânın zekâ yaşı (IQ) adı verilen tek bir sayısal değerle ifade edilebileceği düşünülürken bugün zekâ, problem çözme süreçlerinde incelenmeye çalışılıyor. Günümüzün uzmanları zekâyı tek bir sayısal değere indirgemeyi doğru bulmuyorlar.

Çağdaş bakışın önemli bir farklılığı da zekânın tekil ve genel olduğu biçimindeki geleneksel bakıştan ayrılmasıdır. Bugün zekânın çoğu olduğu (çok yönlü olduğu) ve değişik yollarla sergilenebileceği kabul ediliyor. Bu nedenle sözel, mantıksal, görsel, işitsel, bedensel, sosyal ve benzeri zekâ türleri birbirinden ayırt ediliyor. Günümüzde zekâyı incelerken “çoklu zekâ” adı verilen bir teori kullanılıyor.

Çağdaş yaklaşımın getirdiği en önemli yaklaşımlardan birisi de zekâyı gerçek yaşamdan soyutlamadan, var olan koşullar için incelemeye çalışmasıdır. Yeni teori ile adeta zekâ, fildişi kulesinden çıkmış ve gerçek yaşama dâhil oldu. Zekâ başta genç bireyler olmak üzere kişilerin öğrenme güçlerini ve bilinmeyen bazı özelliklerini geliştirmek üzere kullanılan bir bilgi alanı haline dönüştü. Geleceğin mutlu, başarılı ve sürdürülebilir yaşamı adına zekâ ve emek birlikte yükselecektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi