
Gürcan Banger
Bayram Önü Düşünceleri
Bayram günlerini, diğerlerinden farklılaştırıp bayram yapan bizim ona dokunma biçimimiz değil midir? Bu özel günlerde kendimize bakıp, dünyaya dokunuşumuza çeki düzen vermeye çabalıyoruz. Adı ne olursa olsun; diğerlerinden ayırarak adlandırarak anlamlandığımız günler o ana kadar olan yaşam tarzımızı yeniden gözden geçirip, çevremize ve yaşama daha olumlu bir bakış açısı geliştirmeyi güdüler. Kendimizi yeni ve taze ruhsal teşviklerle yaşama yeniden bağlamaya çalışırız. Anılardan ders çıkarıp gelecek için yeni kararlarla güç toplarız. Uzakları ve uzaklaşmışları yakın etmeye gayret ederiz.
Yaşama şöyle bir baktığımızda, nice çetin bir mücadelenin sürdüğünü görmek zor olmuyor. Yaşam, her an giderek daha fazla çaba gerektiren bir yarışa benziyor. Bu koşuşturmanın adına rekabet diyerek kendimizi bu hızlı yaşama uyumlulaştırmaya çalışıyoruz. Uyum sürecinde daha güçlü olanlar, bu yarışta daha kolay yer alıyor. Güçsüzlerin daha yarışın ortalarında kaybetmeye mahkûm olduklarını fark ediyoruz.
Eğer adına şans dersek, hiç kuşkusuz şanslılar var. Bazıları için yaşam, başlangıçta ve yolda sanki daha fazla fırsatlar sunuyor. Şanslıların yaşamına bardağın dolu tarafından baktığımızda, böyle yaşamlara gıpta ettiğimiz oluyor. Ama madalyonun her iki yüzünün de kendine özgü sorunları var. Bir hayal dünyasında yaşar gibi gerçekte yaşamda yer almak, pek mümkün değil. Acı ve mutluluk, sevinç ve keder, kazanç ve kayıp kolaylıkla aynı yaşamda, hatta aynı anda yer bulabiliyor.
Bir bayram günü aile büyüklerim ile aralarında kırgınlık olan bir yakın akraba evini ziyarete gitmiştim. Ağabey diyebileceğim benden yaşça büyük bir yakınım, o görüşmede garip karşıladığım bir konuşma yapmıştı. Garip diyorum çünkü o ana kadar benimle bu kadar yakın ve sıcak konuştuğu bir örneği hiç hatırlamıyorum. Konuşmasında insanların yakınlarıyla ilişkilerini ve iletişimlerini koparmamalarını, mümkün olduğunca sıcaklığı ve yakınlığı mümkün olan ölçüde sürdürmeleri gereğini ifade etmişti. Doğrusu; bu yakınlıktan mutlu olmuş ve kendimi iyi hissetmiştim.
“Bu konuşmada garip olan nedir? Büyükler küçüklere karşı her zaman sevecendirler.” diye sorabilirsiniz. Bu olayda benim için iki önemli yan var. İlkini söyledim. Onunla ilk kez böyle bir konuşma ortamı oluşmuştu. Benim için alışılmamış bir durumdu. İkincisi ise biraz daha üzücü… Bir süre sonra onun ölüm haberini aldım. Cenazesinde o konuşma hiç aklımdan çıkmadı. ölümü düşünmek için genç sayılabilecek bu insanla ancak bir bayram günü konuşabilmiş ve sonra ancak cenazesinde bulunabilmiştim.
Aklımda hâlâ bu ölümü, benimle konuştuğunda bilip bilmediği bir soru olarak kaldı. Ama onunla daha yakın olamamanın üzüntüsünü, belki ona yaşam sevinci katabilecek birkaç sözcük fazla söyleyememenin eksikliğini daima içimde taşıyorum. Ona borçlu kalmış ve ödeyememiş hissettim.
Ne kadar çok işimiz var, değil mi? Hiçbir şey için asla zamanımız yeterli olmuyor. Ama yoğun ve karmaşık iş programlarımız ile sevdiklerimiz arasındaki değer farkını ancak onları kaybedişlerimizde anlayabiliyoruz. İçimizde derin bir acı kalıyor ama geçen zaman, kaybedilen fırsatlar asla geri gelmiyor. Mutluluk fırsatları avucumuzdan kum taneleri gibi sonsuz bir çöle akıp gidiyor.
Zamanın başı ve sonu yok. O, bildiği gibi akıp gidiyor. Sadece biz insanlar olarak zamanın bazı noktalarına işaret taşları koyuyoruz. Bilip aklımızda tutabilmek için… Bayramlar da bizim koyduğumuz işaretler. Zamanın sonsuz eksenine çentik atma çabalarımız…
Her işaretle yaptığımız bir diğer şey, geçmişin tozlarından silkinip yeni bir sevgi bakış açısı edinmeye çalışmak… Yaratmak istediğimiz sinerji yanında gelecek algımızı değiştirmeye çalışıyoruz. Yaşamımızın o anından sonra ne yapacağımıza veya yaşam çevremize karşı nasıl bir tutum takınacağımızı belirlemeye çalışıyoruz. Her bayramla yeni sevgiler ve sıcaklıklar aramamızın ardında bu özelliklerimiz var.