Cehalet, Otorite ve Şiddet

Dünkü yazımda Milgram Deneyinden uzunca söz etmiştim. Bu malum yazıda bu deneyi bana hatırlatanın, toplumumuzda giderek artmakta olan şiddet olayları olduğuna değinmiştim. Bu yazıda ise değişik tarihlerde yapılmış başka araştırmalardan esinlenen sonuçlara bakarak otorite ve şiddet konusunda bazı akıl yürütmeleri yapmak istiyorum.


Toplumda saygı, hoşgörü, empati, iyilik gibi değerler değersizleşmeye başlayınca, bu durumun bireysel ve sosyal şiddetin artışına yol açtığını daha fazla kavrıyoruz. Suçun yeterli çözümünün sadece ceza ile olmayacağını bilmekle birlikte hukuk sisteminin işlemez hale gelmesinin de şiddetin artışına katkıları var. Diğer yandan geleneksel hurafeler de çağdaş yaşamın gereklerini baskı altında tutuyor; bunda malum yönetim anlayışı ile mevcut mahalle baskısının doğrudan etkileri var. Eğitim sistemi yozlaşmaya devam ettikçe, cehaletten beslenen bir anlayışın şiddete çözüm bulması mümkün değil.


Milgran Deneyi ile başladığımız, şiddetle ilgili bilimsel çalışmalara dönelim. Yapılan araştırmalar, bazı kişilerin kendilerini ‘baba’ gibi sert ve otoriter tipteki kişilerle özdeşleştirdiklerini göstermiştir. Bu eğilimin en çok ilgisini çeken kişilikler arasında Hitler türünde tiplemelerin yaygınlığı göz çarpmıştır.


Buradan hareketler, görsel medyada sıklıkla örneklerini gördüğümüz mafya dizilerinin de benzer bir etki yaptığını söyleyebiliriz. Küçük bir hatırlatma. Tanınmış dilbilimci ve düşünür Noam Chomsky’nin söylediği gibi, yazılı ve görsel medyanın sahibi özel sektör olabilir ama denetleyicisi mutlaka kamu (halk) olmalıdır. Sanırım, medyanın denetimi, sivil toplumun özellikle ilgi göstermesi gereken alanlardan birisi olarak duruyor.


Bazı kişilerde zayıfların şiddet yoluyla yok edilmesi yönünde bir psikolojik eğilim görülmektedir. Demokrasinin zaaflarını kullanan bu kişiler, gerekli örgütlenmeleri yapıp tezlerini açıklıkla propaganda edebilmektedirler.


Bu bağlamda güçsüz ve zayıflar, toplumun günah keçisi olmaktadırlar. Toplumun sorumluluğunda olan pek çok sorunun ‘faturası’ bu insanlara kesilmektedir. Bu yaklaşımda zayıfların yok edilmesi fikrinde olanlara destek sağlamaktadır.


Medyanın başıboş, ‘her şeyi alıp satmaya hazır’ denetimsiz hali insanların ruhsal durumlarının etkilenmesinde baş faktör olabilmektedir. Gangsterli, mafyalı dizi ve filmlerin etkisiyle bazı saldırgan duygular içselleşmekte, hatta aile içi ilişkiler de bile sert ‘maço’ erkek tavırları, bireylerin ‘ideal’, özenilen tavırları haline dönüşmektedir.


Ne yazık ki, reklamcılar, dizi yapımcıları, seçim kampanyası sorumluları (oraya nasıl girdiyse) insanın içindeki şiddet duygusundan bilim adamlarından çok daha fazla bilincindeler. Bu (bir nedenle) içsel özelliği, açıkça kullanmaktan da hiç çekinmiyorlar. Muhtemelen bu tür tanıtım ve pazarlama çalışmaları için insan ruhunun ihtiyaç duyduğu araştırmalardan çok daha fazlası harcanıyor.


İnsan, doğal çevresinde yaşayan canlı ve cansız doğal varlıkları, kendi bilincine vardığından bu yana inceliyor. Bedensel sağlık sorunları için çok fazla yatırım yapıldığı gün gibi ortada…


Kendi dışımızı merak ederken gösterdiğimiz ilgiyi, kendi içimiz (zihinsel ve duygusal dünyamız) için göstermiyoruz. Başımızın ağrıması hastalık veya rahatsızlık olarak sayılırken kendimizi neden moralsiz, neşesiz veya verimsiz hissettiğimiz üzerinde o denli durmuyoruz. İnsanın; dağı, taşı, kurdu, kuşu merak etmekten gözünü ayırarak biraz da kendi iç dünyasına çevirmesinde yarar var.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi