Denemek ya da Yaşamak

Bilimsel bir gerçeği göstermek, bir yasayı doğrulamak veya bir varsayımı kanıtlamak amacıyla yapılan işleme “deney” denir. Deneyin başarılı sonuç vermesi için denetlenmiş şartlarda yapılması gerekir. Fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerin sıklıkla başvurduğu yöntemlerden biridir. Bir başka deney tarzını ise felsefe kullanır ve bunu “düşünce deneyi” olarak isimlendirir. Masa başındaki filozof kendi zihninde deney şartlarını oluşturarak sonuçlara ulaşmaya çalışır. Bu anlamda felsefenin önemli düşünme araçlarından biridir.

Düşünce deneyini fikrini hatırlayınca; aklım düşünce – duygu çiftine sıçrıyor ve acaba ‘duygu deneyi’ veya ‘sevgi deneyi’ gibi farklı uygulamalar olabilir mi türünde bir noktaya ulaşıyorum. İnsan ‘denetlenmiş’ şartlar altında duyguyu veya sevgiyi deneyebilir mi? Özellikle sevgi ortamında –platonik bile olsa– duygunun yöneldiği bir başkası olması gerektiğine göre denetlenmiş şartlar altında ‘sevgi deneyi’ şeklinde bir uygulamaya girişmek ahlaki olur mu? Yoksa “Sen şurada bir dur;  ben senin de sessiz ve hareketsiz içinde olduğun bir deney gerçekleştireceğim” demek adil olur mu?

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyleri doğaya karşı yapılmış haksızlık olarak bulurken, bir başka insan ‘üzerinde’ yapılan ‘sevgi deneyi’ haklı olabilir mi? Üzerinde düşünülmeye değer bir konu… Ekonomik yaşamdan günlük sıradan uğraşılara kadar maddi yaşam ile duyguların ve sevginin içinde yer aldığı manevi yaşamı çoğu zaman birbirinden ayırarak algılamak isteriz. Aşkın ve sanatın tarihi bunun örnekleri ile doludur. Diğer yandan maddi yaşamın tüketim olgusunu manevi yaşamın sevgi alanına taşıdığımızda, sevgi ve aşk şekil değiştirip tüketilebilir bir emtia haline dönüşüyor. Belki farkında olmadan maddi yaşamın deney yöntemini de “Dur; ben seni sevip sevemeyeceğimi bir deneyeyim” diyerek manevi yaşamın sevgi alanına taşıyıp aynı anlamsızlandırma hatasını tekrar ediyoruz.

Yaşam ve aşk çizgilerimiz birbirine benzer. Yönetip denetleyemez hale geldiğinde birdenbire bir yokuş aşağı gidiş başlar. Bu hırçın yok oluştan kurtulmak, yaşamı ve aşkı hem kalıcı hem de sürdürülebilir kılmak için niyet ve emek gerekir. Rüzgâr gibi gelip geçecek bir önünü almak için riski kazanca çevirecek önlemler alınmasına ihtiyaç vardır. Aşkı kestirilemeyen bir gelecekte, karanlık bir süreçte kaybetmemek için gerekli önkoşullardan biri, birlikte oluşturulmuş mahremiyet ve karşılıklı paylaşımdır. Ortaklaşa mahremiyet şartları altında kişinin kendi iç deneyimlerini, ruhsal dalgalanmalarını ve duygularını paylaşması, karşı tarafta aydınlatıcı ve güven iklimi oluşturucu etki yapar. Bu paylaşım ile belli belirsiz bir lamba ışığından gün ışığının neşe veren ışıltısına geçilir.

Hani insanın içi yanar; bir bardak su dünyalar değerindedir. Böyle bir susuzluk durumunda insanın gözü dünyayı görmez. Bir kartopunun yuvarlandıkça büyümesi gibi hızla insanın benliğini sarar. Bir duygusal ilişki ihtiyacı ve baskısı böyle bir şeydir. Bir duygusal ilişkiye olan hasret öylesine yakıcıdır ki, o yangınla ne kendi durumumuzu ne de karşımızdakini çok fazla düşünmeye fırsatımız olmaz. Bir ilişkinin ilk anları insanın aklını başında alır. Tatlı bir esriklik, bir yel olur, alır götürür. Daha sonraları hiç akla gelmeyen sorunlar başlar. Bu sorunların ilk sırasında, bu ilişkide yer alan bireylerin birbirini yeterince tanımamış olması yer alır. Çünkü sevgi özlemi, bireylerin gözlerini adeta kör etmiştir. Muhtemelen tarafların, yokuş aşağı kayarcasına bu ilişkinin içine savrulmalarından çevrelerine dikkat etmek, karşılarındaki insanı tanımak şansları bile olamamıştır.

Sağlıklı bir ilişki için kişinin önce kendini iyi tanıması gerekir. Yaşamdan ve ilişkimden beklediğim nedir, diye sorup açıklıkla cevaplayabilmelidir. Karakter yapımız, daha çocukluğumuzda belirlenmeye başlar. Sevgiyi küçük yaşlarımızda aile içinde öğrenmeye (bazı örneklerde öğrenmemeye) başlarız. Okul ve sokak yaşamımızda pekiştirmelerimiz olur. Bu süreçte sevgi süreçlerine ilişkin eksikliklerimiz olursa, bunlar sonraki tüm yaşantımıza yansır. Örneğin; sevginin ifadesi ve girişimciliği de daha çocukluk yaşlarından başlayarak öğrenilir. Öğrenilmediği zamanların da sorumlusu çocukluk yıllarıdır. Kişi, beğenip seçtiği bir başka insana olan duygularını ifade edemediği sürece sevgisinin yüceliğinin de fazla bir anlamı olmaz. Doğrusu; sevgi ifadesizliğinin kırılması ise hiç kolay bir iş değildir.

Bazen beğenip seçtiğimiz gerçek kişi ile zihnimizdeki idol birbirinden çok farklıdır. Bunu kavradığımızda karşımızdakini değiştirebileceğimiz gibi bir fikre saplanırız. Bireylerin birbirlerini değiştirmeyi umarak bir duygusal ilişki dünyasında buluşmalarını pek akla yatkın bulmam. Ama sevgisizlik veya ifadesizlik sarmalını kırmanın yolu da bir ilişkide yer alan bireylerin birlikte, karşılıklı destek ve paylaşımları ile gerçekleşir. Sevgi denenmez, birlikte yaşanır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi