Gürcan Banger
Doğum, hayat ve ölüm
Yakın yılların hastalık salgını (pandemi) nedeniyle açık ya da kapalı biçimde hayatı ve ölümü sorguladığımız bir dönemi yaşadık. Bu daralmış dönemi, dünün sorgusuz özgürlüğü gibi yaşamaya çalışanlar da vardı. Bazen hayatı oluşturan nesne ve öznelerin anlam ve önceliklerini karıştırıyoruz. Araç olan ile amaç olan birbirinin yerini alıyor. Mutlu olmayı amaçlarken, araçlara sahip olma fikrine takılıp kalıyoruz. Dünyanın anlamı nedir? Mutlu olmak mı, sahip olmak mı? Mutluluk, her zaman sahip olmanın doğal sonucu olmuyor.
Mutluluğu kabul edilebilir ölçüde coşkuyla; ama acıyı mutlaka akılla karşılamak gerekir. Hayatın devam ettiğini ve her acının bir ders olduğunu iyi kavramalı insan. Sevilen bir kişinin kaybedildiği durumda, onu sevenlerin tepkilerini dikkatle izlerim. Ölümü bile saygı ve ağırbaşlılıkla karşılayan insanlara, her zaman gıpta etmişimdir. Onların, ölümün sadece bir anın bitişi ve bir başkasının başlangıcı olduğunu iyi bildiklerini ve hayata buna göre hazırlandıklarını düşünürüm.
Herkesin hayatı birbirinden farklı… Her birey, farklı bir hayat süreci deneyimi yaşıyor. Ama hepimizin paylaştığı, kesin olan iki olay var. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Çevremizde başka doğumlar ve ölümler gözlüyoruz. Bunlar hakkında kendi süzgecimizden geçmiş algılar ve düşünceler oluşturuyoruz.
Ölümünü önceden hissettiğini söyleyenler var. Gerçekten romancı Tolstoy’un söylediği gibi; bir kış gecesinin gelişi gibi ölümün de gelişi kaçınılmazdır. Zamanı durdurmak mümkün değil; ne yaparsak yapalım, zaman ilerleyecek ve o gecenin gelişi gibi ölüm de gelecektir.
Örneğin günlük hayatta kış gecesine hazırlanıyoruz. Yaşadığımız mekânda gerekli hazırlıkları yapıyoruz; sağlığımız ve giyimimizle ilgili gerekli önlemleri alıyoruz. Tolstoy, “Bir kış gecesine hazırlanır gibi ölüme de hazırlanmak mümkün müdür?” diye soruyor. Sonra kendi bakış açısından şöyle cevaplıyor bu zor soruyu: “Ölüme hazırlanmanın biricik yolu, gerçekler ve erdemlerle dolu bir hayattır. Hayat, ne denli erdemlerle doldurulursa, ölüm korkusu da o kadar azalır. Sonsuz hayat vardır.”
Süfyan Üs Sevrî, 8’inci yüzyılda yaşamış ünlü bir Arap kelâmcıdır. Kelâm, ilahiyatta Tanrı’nın varlığını ve İslam’ın doğruluğunu konu edinen alt bilim dalıdır. Bütün eserlerini ölürken yaktırdığı rivayet edilen Süfyan’a ait olduğu söylenen özdeyiş şöyledir: “Büyük bir kalabalık, bir yere toplansa ve biri; ‘İçinizden her kim ki, akşama kadar yaşayacak, ayağa kalksın’, dese kimse kalkmaz. Şaşılacak olan durum odur ki; eğer onlara ‘Akşama kadar ölecek olup gerekli hazırlığı yapanlar ayağa kalksın’, dense gene ayağa kalkan kimse olmaz.” Süfyan’ın bu söylediklerini, Tolstoy’un sözlerine bağlamak, sanırım mümkün. Ne yaşayacakmış, ne de ölecekmiş gibi bir hayat sürdürüyoruz. Ancak korkular kapımızı çaldığında aklımıza ölüm geliyor.
Ölümü akla getirip korkmanın ilginç yanlarından biri, “Vay canına; ne kadar da boş yaşamışım. İyi şeyler yapacak hiç zamanım olmamış” fikrini itiraf etmek değil midir?Evrende yaşayıp öğrenebileceğimizden çok fazla şey var. İnsan ömrünün varolan tüm deneyimi edinmesi mümkün değil. Ama elde olan hayat koşullarında erdemli bir ömür sürdürmek, pekâlâ mümkün... Eğer bu ömür, kendi akışı içinde bir kişisel bilgelik oluşturabilirse, ölümden korkmanın gereği de kalmaz. Bilgelik yolu, ölüme hazırlığı da kapsar.
İnsan, siyah ve beyazı birlikte öğrenir. Doğum ve ölüm de birlikte öğrenilen iki kavramdır. Çoğu zaman doğum sevindirirken, ölüm bizi üzer. Ölümün bir farkı var. Ölüm konusunda empati yapmak mümkün olmuyor.