Gürcan Banger
Futbol, Ekonomi ve Ürün
Futbol bir endüstri ise çağın koşulları uyarınca bu sanayinin en önemli unsurlarından biri tedarik sistemidir. Futbol endüstrisinin tedarik sisteminde ise; en değerli ve en çok değer yaratan unsur futbolcudur. Kaliteli ve uzun vadede umut veren oyununun düşük maliyetli olarak transfer edilmesi, oyunuyla katma değer üretmesi ve ardından yüksek bir transfer ücreti ile bir başka takıma gönderilmesi, futbol endüstrisi tedarikçiliğinin özünü oluşturur.
Bir ürün; tasarlanır, üretilir ve pazara sunulur. Olağan şartlarda ürünün satışları giderek yükselmeye başlar. Satışın maksimum hacme ulaştığı yer, bir anlamda doygunluk noktasıdır. Doygunluk noktası, ürünün yaşlanıp verimsizleşmeye başladığı noktadır. Bu noktadan sonra ürün satışları düşer. Futbol endüstrisi, bir futbolcunun kalite değerine de bu mekanizma ile bakar. Bu sanayinin mantığını iyi anlamış bir takım, futbolcuyu o en yüksek değer noktasına varmadan elde etmek ister. En üst noktada gerekli katma değeri elde eder ve en yüksek verim noktasından bir süre sonra elden çıkarır. Ülkemizde futbol takımları ile Batıdaki endüstriyel takımlar arasındaki bizim aleyhimize olan en önemli fark budur.
Yukarıdaki çerçevede bir insan olan futbolcunun, sıradan bir emtia gibi ele alındığı dikkatinizi çekmiştir. Ama günümüzde dünya ekonomik sisteminin bir sporcuya bakışı ile herhangi bir ürüne bakış açısı arasında bir fark yoktur. Kapitalizm, her şeyi metalaştırır. Ekonomik sistemin bakış açısında önemli olan, neyin katma değer ürettiği ve neyin üretmediğidir. Bu çağda ayakta kalmak isteyen birey, firma, kuruluş veya ülke, bu oyunun kuralının böyle olduğunu iyi kavramak zorundadır. Aksi takdirde, hüsrana uğramak kaçınılmazdır.
Dışa açık ekonomilerde iç piyasa ve iç talep, ekonominin büyümesi açısından biraz ikinci planda kalır. Ekonomik kalkınma çabaları, ihracata endeksli olarak ele alınır. İhracatın artması ise ülke ekonomisinin katma değer elde ettiği ve bu nedenle büyüdüğü biçiminde yorumlanır. Konuya dikkatli yaklaştığımızda; burada bir yanıltma olduğunu ve özellikle bir sosyal yanılsama yaratmak için iktidar mensuplarının özel gayret gösterdiklerini gözleriz.
Böyle bir yanılsamaya düşmemek için ihracata ithalat ile birlikte bakmamız gerekir. İhracata dayalı büyüme peşinde olan bir ekonominin, kabaca ya ithalatının ihracatı aşmaması ya da örneğin yıllık ihracat artış oranının düzenli ve sürekli olarak ithalatın artış oranından yüksek olması beklenir. Ama çok basit görünen bu kural da yeterli değildir. Ayrıca yurtdışına satılan örneğin 100 lira maliyetli malın, ne kadarının yurt içi kaynaklardan sağlandığı ölçütüne bakılmalıdır. Ülke ekonomisinin gerçek kazancı, ülke içinde eklenen bu değerden oluşmaktadır. Ülke içinde yüksek bir katma değer oranına ulaşılamazsa, geriye sadece rakiplerle yapılacak fiyat rekabeti kalır ki; –eğer mesele, fiyata kalırsa– bugünün dünyasında Türkiye’nin fiyat yarışını kazanma gibi bir şansı yüksek sayılmaz.
Günümüzün bütünleşik dünya ekonomisinde “Yerli malı kullan” biçiminde rafine bir tavsiyede bulunmak mümkün değil; çünkü tükettiğimiz her mal ve hizmetin oluşumunda belli oranda ithalat yer alıyor. Pazarda yer alan mal ve hizmetler arasında içerdiği ithalatın oranı neredeyse yüzde 100’e ulaşanlar var. Ama bu noktada hâlâ çağa ve ülkenin şartlarına uygun tavsiyeler üretebiliriz. Örneğin; eşdeğer mal ve hizmetler konusunda yerli markaları tercih etmek bunlardan biri olabilir. Bir diğer önerim ise; daha fazla yerli katma değer –yani daha düşük ithalat oranı içeren– ürün ve hizmetlerin tercih edilmesi yönünde olabilir. Gelişmiş ülkelerdeki tüketiciler, bu gerçeği bizden daha iyi kavramış durumdalar.
Kıssadan hisse: Yarışta öne çıkanların ülke ve/veya kentlerin ve/veya kuruluşların ortak özelliği, kendi ürününe (ürünlerine) sahip olmaları, bunları geliştirip üretebilmeleri… Futboldan sanayiye, ticari maldan hizmete kadar böyle…