Geçmişe dönerek değişmek

Batının ve Türkiye’nin modernleşme süreçleri birbirinden farklı özellikler gösterir. Batıda önce sermayenin temsilcisi olan burjuva sınıfı oluşmuş; ardından bugün anayasacılık olarak bildiğimiz toplumsal sözleşme yaklaşımı gelişmiş; laiklik ve parlamenter temsili demokrasi derken bugünkü katılımcı ve çok kültürcü demokrasi anlayışına ulaşılmıştır.

Türkiye’de ise modernleşme sorunu; her dönemde bir siyasal ve kültürel iyileştirme olarak anlaşılmış, ekonomi asla ilk sıralarda yer almamıştır. 19’uncu yüzyılın ilk yarısında başlayan modernleşme çalışmalarının ana fikri, siyasal ve kültürel olarak yapılacak iyileştirmelerle devletin kurtarılmasıdır. Bu kurtarma işleminden sonra devletin veya toplumun sürdürülebilir dönüşümü öngörülmemekte, sadece devletin bekası için sorunların modernleşmenin katalizörlüğünde aşılması beklenmektedir. Bakış açısı, “Hele bir devleti kurtaralım” yaklaşımından ibarettir.

Batının modernleşme anlayışı ise ucu açık bir yaklaşımdır. Ekonomideki değişimin ve sosyal dönüşümün nerelere kadar gidebileceğinden korkmaz. Bugün demokrasiyi katılımcı ve çok kültürcü bir zirveye taşıyan, bu ucu açık ve topluma –onun yaratacağı geleceğe güvenen anlayıştır.

Hâlbuki bu ülkenin modernleşmesi, Batı uygarlığını işaret etmekle birlikte dünkü zamanda olduğu gibi kalmaktan vazgeçmez; bir anlamda bu süreçte toplumun kendi başına değişme olasılığından hoşlanmaz. Bu nedenle hem Osmanlı’nın modernleşme sürecinde hem de 20’nci yüzyılın ilk yarısında devlet, her şeyi tanımlayan ve denetleyen olmaya devam etmiştir.

Bugün de –deyim yerindeyse hem ‘sağda’ hem de ‘solda’ 1900’lü yılların ilk yarısındaki içe dönük, ağır hareket eden ve sadece yerel değerlerle yaşayan kapalı ekonomik ve sosyal yaşamı özleyenler var. Sorunları, kendilerince ‘asr-ı saadet’ olarak gördükleri o geleneksel döneme geri dönerek çözmeyi istiyorlar. Bu nedenle de; hukuksal reformlara, AB ile ilişkilere, yönetim modelinin değişimine, eğitim ve kültür sistemlerine yapılabilecek dönüşümlere şiddetle karşı çıkıyorlar.

Benzer biçimde; hâlâ Osmanlı’yı asr-ı saadet olarak niteleyenler de var. Çağın sorunlarına yönelik çözümleri, 300 küsur yıl önceden bulup çıkardıkları kurum, kuruluş veya mekanizmaları yeniden yaratarak çözüm önerisi geliştirme çabasındalar. İnsanın övünebileceği bir tarihinin bulunması ile dünün bugüne birebir eşlenmesi arasındaki farkı bireyler ve toplum olarak henüz yeterince kavrayamadık.

Geçmişin –hangi anlamda kullanıyorsak kullanalım; asr-ı saadetin kurum ve kuruluşları ile yaşam modelinden ancak insani ve ahlaki değerlerin bugüne taşınabileceğini, diğerlerinin o onursal geçmişte kalmaları gerçeğini içimize sindirmek zorundayız. ‘Aynı kalarak değişmek’ veya ‘değişerek aynı kalmak’ sarmalından kendimizi kurtarmamız gerekiyor.

Ülkemizde siyasetin en temel sorunlarından birisi, siyasetin var olan düzenin korunup kollanması ve değişmesine asla izin verilmemesi üzerine yapılıyor olmasıdır. Hâlbuki siyaset yapmanın ana fikri, toplumun değişim yönünde önünü açmak ve en önemlisi de bu süreçte toplumun sağlıklı bir geleceğe ulaşacağına güvenmek olmalıdır. Demokrasinin sorunları daha kaliteli demokrasi ile özgürlük sorunları ise genişletilmiş ve zenginleştirilmiş bir özgürlük ufku ile çözülebilir.

Her iki konuda da Türkiye’nin çözmesi gereken çok fazla sorun var. Aynı kalarak ya da geçmişe dönerek ne bu sorunların farkında olabiliriz, ne de bu sorunlar karşısında geliştirmemiz gereken çözümler için adım atabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi