Kalabalık Kent mi, Kaliteli Kent mi?

 


 


Bir projeye katılan veya ondan etkilenen paydaş sayısı ne denli çok olursa proje hazırlamanın ve yönetiminin önemi o kadar artar. özellikle kent ölçeğindeki bir proje kaynağı ve yapımcısı bulup işi gerçekleştirmekten ibaret değildir. Projenin artılarını ve eksilerini hesaplamak, beklenmeyen durumları öngörmek, sonuçları ölçmek ve değerlendirmek, gerekirse elde edilen verilere göre yol, yöntem değiştirmek demektir.


 


Diğer yandan kenti konu alan veya etkileyen projeleri bütünsel bakış açısıyla düşünmek gerekir. Konuya sadece alt-bölgesel ya da sektörel olarak bakılamaz. örneğin kentin eğitim-öğretim sektörüyle ilgili yapılacak bir büyük proje sadece bu alanla sınırlı kalmayacak, kentin tamamını etkileyecektir. Kentin belli bir bölgesine büyükçe bir alışveriş merkezi yaptığınızda (ya da yapılmasına onay verdiğinizde) söz konusu AVM’yi merkez alan büyükçe bir daire içinde ulaşımı ve park etme imkânlarını düşünmek zorundasınız. Projenin olumsuz sonuçlarını baştan öngörmezseniz önce söz konusu bölgeyi, ama daha da önemlisi kenti içinde çıkılmaz sorunlar içine atmış olursunuz.


 


Dünya kent deneyimlerinin gösterdiği önemli bir sonuç var. Kentte yapılan bir yanlışı düzeltmek çoğu zaman onu yapmaktan çok daha pahalıya mal oluyor. Yenileme, bakım ve onarım işleri için harcanan kamusal kaynak bir projenin yapımından çok daha büyük tutarlara baliğ oluyor. Ama ne yazık ki, kurumsal ve kişisel sorumluluk gibi bir konu yönetim kültürümüzde mevcut olmadığından hata yapanın yaptığı yanına ‘kâr’ kalıyor. Bu nedenle siyasal vitrin adına kamusal kaynaklar kolayca çarçur ediliyor. Siyasal makam, ikbal veya rant adına kentler çözümü imkânsız zorluklar içine sürükleniyor.


 


Avrupa’nın beğeni ile izlediğimiz kentlerine bakın. Neredeyse tümünün belli bir büyüklüğü geçmediğini gözleyeceksiniz. Kentteki nüfus yoğunluğu olabildiğince dengeli tutulmaya çalışılıyor. Bir anlamda kentte yaşayan vatandaş başına düşen yerel maliyetler de yönetilebilir ve denetlenebilir düzeyde tutuluyor. Kendin büyük bir ekonomi olduğunu düşünürsek, kentli birey başına gelir ve gider dengesi gözetilmeye çalışılıyor.


 


Bizim kentlerimiz geldiğimizde ise aksine bir durum gözlüyoruz. öncelikle; nüfus açısından dengesizlik ve başıboşluk bir kural haline gelmiş. İsteyenin canı çekeni yapmasını adeta bir hak ve özgürlük unsuru olarak görüyoruz. İkincisi; kentlerin büyük ve kalabalık olması adeta bir gelişmişlik kriteri olarak kabul ediliyor. Sınırsız büyümeyi teşvik etmek adeta ‘hayırlı’ bir iş yapılmış gibi düşünülüyor. üçüncüsü; kent açısından sonuçları düşünülmemiş ama seçmenlerin gözlerini boyama görevini yerine getiren büyük projeleri önerip yaptıran yöneticiler başarılı olarak benimseniyor.


 


Bu son nokta ile devam edelim. Bir yönetici kenti nüfus olarak (göçle veya başka bir yolla) daha kalabalık bir proje girişiminde bulunuyorsa öncelikle bunun getirisini ve götürüsünü hesaplamak zorundadır. Bunun ‘seçkin’ örneklerinden birisini yeni üniversite yapma girişimleri oluşturuyor.


 


ülkemizde ‘üniversite kenti’ olarak bilinen yerleşimleri göz önüne getirin. Eğitim-öğretim için kente gelen insanlar yeme-içme ve eğlenme gibi yaygın bir sektörün oluşmasına neden oluyor. Nüfus olarak kalabalık ve bahar çiçekleri gibi caddeleri dolduruveren küçük işyerleri bir canlılık yanılsaması yaratıyor. Acaba gerçekten kent bu görünen yanılsama kadar kazanmakta mıdır? Yoksa gereksiz nüfus büyümesi ile birlikte gelenden çok daha fazlası kaybediliyor mu? Kente yaşamın kalitesi artıyor mu yoksa kentli hemşehriler daha kalitesiz bir yaşama mı mahkûm ediliyor? Lütfen aklınızı başınıza alın ve kenti daha kalabalık hale getirmeyin. çünkü o kalabalık, (istatistikler de gösteriyor ki) gördüğünüzü sandığınız ekonomik getiriyi ve yaşam kalitesini sağlamıyor.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi