
Gürcan Banger
Tüketim Daha Mutlu Eder mi?
1970’li yıllarda ilgi çeken belgilerden birisi “Eğitim, üretim içindir” şeklindeydi. ülkenin, toplumun gelişmesi ve bireyin refahı için üretimin önemi vurgulanmak isteniyordu bu ifade ile… Bu dönemi, üretimdeki duruma fazlaca dikkat edilmeden tüketimin değer olarak yükseldiği yıllar takip etti. Yaşamın her alanındaki ‘eğitimin’ içeriğine baktığımızda ise artık karşımızda adeta ‘eğitimin tüketim için’ olduğu gibi bir acımasız görünüm var.
Bir tatil köyünde veya büyükçe bir otelde “her şey içinde” olarak tanımlanan bir tatile gittiniz mi? Yemeğin açık büfe olduğu, tatilcinin güya her istediğini ücret ödemeden alabildiği bir tatil köyüne… Veya açık büfe sistemiyle yemek verilen bir otelde konaklamış olabilirsiniz. Normal olarak para verip satın almayacağımız, kalitesi kuşkulu yiyecekleri tabağımıza ‘asla yiyemeyeceğimiz, hatta yemememiz gereken ölçüde’ doldurduğumuz türden açık büfeleri olan konaklama mekânlarına… Neden böyle yapıyoruz? Muhtemelen bizi böyle davranmaya iten temel güdü, her şeyin tadına bir çırpıda bakıvermek ve çok tüketerek mutlu olmayı beklemektir.
Aceleci ve kolaycı bir davranışla her şeyi bir anda yemek istediğimiz için sonuçta tat alamadığımız bir yemek yemiş oluyoruz. Her şeyi bir anda tüketmek adına yemeğin lezzetini ve yemenin keyfini yitiriyoruz. Tabaklarımıza doldurduklarımızın bir kısmının yiyemediğimiz için çöpe dönüştüğü de bir başka gerçek olarak karşımızda duruyor.
Eğer yemek için ayrılmış kısa bir zaman diliminde pek çok şey yemek isterseniz, bu durumda her yiyeceği aceleye getirmeniz gerekir. çoğu zaman günlük yaşamımızda da çok sayıda lezzeti elde etmek için, yaşamı aceleye getirdiğimizin farkında bile olamıyoruz. Böylece yaşam, tadını çıkarmanın çok ötesine geçerek anlamsız bir koşuşturma haline dönüşüyor. Gece olup başımızı yastığa koyduğumuzda –ki koyabiliyorsak eğer– o günün önemli lezzetini hatırlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle bir durumda kendimize soracağımız “Bana bugünü hatırlatacak ne yaptım?” sorusunun cevabı, gece saatlerinde bulutlarla kaplı gökyüzünün karanlığında bir yıldız aramaya dönüşüyor.
çoğu zaman kolaycılık ve panik şeklini almış tüketici hız talebi, insan yaşamının özünün önüne geçiyor. Bir başka örnek olarak okullara giriş için önümüze konan seçme ve yerleştirme sınavlarını verebilirim. çoktan seçmeli sınav yapmanın mantığı nedir? Daha çok insanı daha kısa sürede seçmek adına elemek değil mi? Kaynağı ezbere dayalı böyle bir seçim gerçek anlamda yaratıcı, girişimci veya yenilikçi niteliği ayırt edebilir mi? Bazen bir a ya da b ya da c cevabı için gelecekte çok başarılı olabilecek bir insanı, acelecilik ve kolaycılık nedeniyle eğitimin ve hatta yaşamın çöplüğüne atıveriyoruz. Yaşamda başarılı olması beklenen bir insanın, çoktan seçmeli bir sınavda da başarılı olması gerektiği gibi evrensel bir kural var mı?
Pek çok insani faaliyet gibi öğrenmeyi de aceleye getiriyoruz. Okullarımız, dünya bilgi ve görgüsünü yaşamımıza indirgemek yerine, üstünden köpüğünün tadına varmayı öğretiyor. Anlamlı ve geliştirici sohbetlerin yerini bile, İnternet ortamında ya da giderek akıllanan cep telefonlarıyla yapılan ‘geyik muhabbetleri’ almadı mı? Artık kimsenin bir dost meclisinde derin sohbete ayıracak zamanı yok sanki… Mevcut olan da, ‘ağzı olanın konuştuğu’ bir ortamın ötesine geçmiyor.
özgürlük veya bağımsızlık adını verdiğimiz kendi başınalığımız, neredeyse yaşamımızın her noktasını işgal etmiş gibi… Bireysel bağımsızlık adına yapılan bu ilgisiz ve kayıtsız davranış modelinin bizi cennete götürmeyeceğine kuşku yok. özgürlük ve bireysel bağımsızlık, yaşamı aceleci ve kolaycı bir tavırla tüketmeye çalışmaktan daha başka bir şey olmalı. Tüm kısıtlamalara rağmen gerçekten kendimize ait olan tek varlık yaşamımız… Onu da sadece tüketerek yok etmemek doğru tercih olabilir. İnsanın yaşamı, ‘fast food’ türü tüketimden fazlası olmalı.