Yaşadığımız Kent, Çevre ve Turizm



Yabancı ülkeleri ziyaret etmek öğreticidir. Ama bu durum, neye bakıp neyi gördüğünüzle de ilgilidir. Bizdeki yöneticiler, yabancı ülkelere gittiklerinde genelde park, bahçe gezerler; köprülerin üzerinde akarsu seyrederler; oralardaki büyük meydanları gözleri görmez ama heykellere, fıskiyelere, kent mobilyalarına özenirler. çoğu zaman gördüklerini kamera ile tespit edip yöneticisi oldukları kentlerde kopyasını üretmeyi denerler. Sonuçta; ülkenin her bölgesinde söz konusu kentin dokusu ile uyuşmayan tuhaf ‘turistik ve kültürel’ örnekler oluşur.

Bizim yöneticiler, gittikleri yabancı kentlerin o güzellikleri yaratabilmesinin ve koruyabilmesinin ardında kültürel ve doğal korumacılığın yanında bir ekonomi olduğunu nedense göremezler. örneğin bizde yerel yöneticinin bir başka ülkenin üniversitelerini, bilim – teknoloji alanlarını, teknoparklarını, ar-ge – tasarım – inovasyon merkezlerini ve çağdaş sanayi bölgelerini gezip inceleyeni bulunmaz. çünkü çoğu zaman böyle alanları ve ekonominin değer üreten merkezlerini fark ve merak edecek bilgi, görgü ve deneyimleri yoktur. Sonunda iş, taklitçilik üzerinden yürüyüp “Benin oğlum bina okur; döner döner bildiğini okur” olur. Yaşanabilir kent, sürdürülebilir kentsel yaşam ve kültürel – doğal koruma konuları da benzer ‘okumuş deneyimsizliğe ve cehalete’ kurban edilir.

Günümüzde insanlık tarihi, tercihini kentlerden yana yapıyor. Tarımsal sanayileşmeden bağımsız olarak kır nüfusu, bir yandan kentlere akmaya devam ederken, kentlerde doğal yaşama aykırı sanal bir dünya oluşuyor. Ama ne yazık ki, Dünyanın her yerleşim noktasında insanların yaşam düzey ve kalitelerinin, kentleşmenin hızı ile eş gitmediğini de gözlüyoruz. Kentlerdeki bazı yerleşim alanlar hızla çürüyüp yok olurken, diğer yandan kaliteli yaşamın cazibe merkezleri olarak zengin gettoları da giderek yaygınlaşıyor.

Metropollerden başlayarak giderek yaygınlaşan örneklerini gördüğümüz bir yönelim var. Kentlerde yaşayan varlıklı insanlar ve aileler, kentlerin yoksul kesimlerinden kendilerini izole edecek yeni ve kendileri dışındaki herkese kapalı yerleşimler üretme çabasındalar. Rezidanslar, dev siteler ve konfor köyleri büyük kentlerden başlayarak ülkenin her albenili noktasına doğru yayılıyor.

Dünyanın büyük kentlerini yakından incelediğimizde; kentin yenilenmesi ile bakım ve onarıma tabi tutulmasının giderek güçleştiğini gözlüyoruz. örneğin eski bir köprünün onarılması, çoğu zaman yenisinin yapılmasından daha pahalıya mal olabiliyor. Genel anlamda; kentte yaşamak büyük bir ivme ile artarak daha maliyetli hale geliyor.

İşin can alıcı noktası şu: Kentler bir yandan hızla büyürken, kentin daha önce yapılmış bölümleri büyük bir hızla çürüyor. Dolayısıyla bir süre sonra bu yerleşimleri, sürdürülebilir kent, yaşanabilir kent veya eko-kent olarak düzenlemek imkânsız hale gelecek.

Kentte yaşayan insan gruplarının aralarındaki zenginlik farklılaşması, giderek yoksullaşanları bu köhneleşen kent mekânlarında yaşamaya zorunlu kılarken, zenginler bu koşullar altında yaşamaya etmek dev istemiyorlar. önümüzdeki dönemde iki tür kent oluşacak. Bunlardan birisi yoksulların yaşadığı eskimiş kentler, diğeri ise zenginlerin sadece kendileri için kurup geliştirdikleri eko-kentler olacak. Mevcut kentlerin geleneksel dokusundan bağımsız olarak, dört tarafı duvarlarla çevrilmiş, kapısında özel güvenlik kuvveti bulunan zengin gettoları bu konuda ciddi ipuçları veriyor.

Kimi nükleer felaket filmlerinin konusu olan bu görünüm gerçek olabilir mi sorusu haklı olarak akla gelebilir. Ama dünyanın bugününden bir insan ömrü kadar öncesine geri gittiğimizde, dünya ekolojisinden neler kaybettiğimizi görmek zor değil. Kendi yaşadığımız kentin örneğin 50 yıl öncesini hatırlamak ve doğal yaşamdan neleri yitirdiğimizi görmek için eski resimleri içeren birkaç kitabı karıştırmak yeterlidir.

Kentleşme sürecinde geri dönülmesi mümkün olmayan bir koşuşturma içindeyiz. İnsan doğasına ve ölçeğine uygun olmayan mekânsal uygulamalar, hızla kentleri beton yığınları haline dönüştürüyor. Ne acıdır ki; bu beton yığınları, insan ölçeğine dağ başındaki kayalıklardan daha yakın değil.

İnsan yaşamının; çılgınca tatsız ve renksiz koşuşturmalardan, daha fazla tüketim motivasyonundan, insana soluk alacak yer bırakmayan modernizasyon ile giderek artan mekanik ve elektronik yoğunlaşmadan ibaret olmaması gerektiğini anlamak zorundayız. Kentler de insan ölçeğine uygun yaşamın mekânları olmalı. Bir zaman gelip de arkamızı döndüğümüzde, yaşanacak bir dünya kalmadığını görmemiz ihtimali yükseliyor. Belki de aşırı koşuşturmaya bağlı olarak üzülüp ağlayacak zamanımız da olmayacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi