
Gürcan Banger
Kent, Yurttaş ve Sosyal Sorumluluk
Salgın günleri kişisel olduğu kadar sosyal sorumluluk konusunu da gündeme taşıdı. Hijyen kuralları, maske kullanma ve sosyal mesafeye uyma gerekleri adeta kişileri sosyal sorumluluk açısından kategorize ediyor. Gerçekten yalnız yaşamıyoruz. Kendimize olduğu kadar yaşadığımız topluma ve çevreye de sorumluluklarımız var. Sadece hasta olmaktan korunmak yeterli değil, hastalığın yaygınlaşmaması için önlemli olmak zorundayız. Yoğun biçimde ve birlikte yer aldığımız kent yaşamı bunu gerektiriyor.
Kent deyince, aklıma önce kentli yurttaşlar gelir; çünkü halk olmadığında kent de olmaz. Kentli vatandaş olmanın getirdiği ayırt edici bir hukuk var. Kentli yurttaşların tüm gelişmiş ülkelerde kabul görmüş hakları vardır. Bu hakların özü, kent halkının iyi yaşam talepleriyle ilgilidir. Kentli olmanın bilinci ise kente ilişkin sorumluluklarının idrakine varılması ile gelişir. Kentli yurttaş gibi kentli yönetici olmanın da durumdan kaynaklanan bir farklılığı var. Bu bağlamda kentte yönetici olmanın temel koşulu, yerel halka hizmet etmektir; çünkü kent halkının insan haklarına saygılı bir çevrede yaşama hakları var.
Kentsel yönetim diye bir olgu varsa, bunun ‘müşterisi’ kentli yurttaştır. Dolayısıyla kent adını verdiğimiz ekonomik işletmenin en önemli varlığı kentlilerdir. Bir işletmenin müşterisine verdiği önem gibi kent yöneticisi de halkı anlamalı ve dinlemelidir. Kent halkının taleplerini dinlemek ve taleplere çözüm bulmak için uğraş vermek, asla popülizm değildir. Kent, bireye kendisini geliştirme fırsatları sunmalıdır. Kentli hakları geliştirilmeye açık olmalı, sorumluluk bilincini aşılamalıdır. Böylece kent, bireylerin refahını ve kişiliğini geliştirecek yönde ilerlemelidir.
Kentte yaşayan insanlar, ekonomik ve sosyal olarak daha iyi bir yaşam için daha iyi altyapıya sahip olma haklarına işlerlik kazandırmalıdır. Böylesi bir altyapıyı talep etmek son derece olağandır. Eğer söz konusu altyapı, kaynak ve zaman sorunları nedeniyle bir programa bağlanması gerekiyorsa; bu, halkın katılımı ve iknası yoluyla yapılmalıdır.
Kent olumsuz bir noktada ise; tüm sorumluluk, sadece kentte var olan kurum ve kuruluşlara ya da o kurum ve kuruluşlardaki yöneticilere atfedilemez. Kentin idari makamlarında bulunan kişiler kadar olmasa da, zamanında sesini yüksek perdeden çıkarması gereken ‘okumuş’ bireyler de sorumluluk üstlenmelidir. Kentin bugün bulunduğu noktada kimsenin şikâyet hakkı yoktur.
Kentin yönetim sorumluluğunu almış kişilerden, kentin hizmet birimlerini aktif biçimde ve etik ilkeler doğrultusunda çalıştırması beklenir. Ancak kentlinin de sorunlarına sahip çıkma ve yüksek ses oluşturma sorumluluğu vardır ve bu sorumluluğu yok sayılmamalıdır. Demokrasi, bizzat günlük yaşamın bir parçası haline gelmelidir. Kent adına kentli birlikteliği, halkın katılımı ilkesi etrafındaki katılımcı demokrasinin vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Kentte; saygı, hoşgörü ve empati duyguları hakim olmalıdır.
Ders verici şu hikâyeyi duymuş olabilirsiniz. Anadolu'nun küçük ölçekli bir yerleşiminden 40 kadar kişi, yakındaki büyük kente alışverişe gitmiş. Hayvanlara yüklemişler nohudu, buğdayı; onları satıp kumaşlar, ev eşyaları almışlar. Dönüşte 3 kişi, kervanın yolunu kesmiş, çekmiş silahı, ''Yatın, kıpırdamayın'' diyerek tümünü soymuş, onları yarı çıplak şekilde yaşadıkları beldeye yollamış. Beldenin girişinde durumu görenler şaşırarak sormuşlar: “Ne oldu size, ne bu haliniz?” “Soyulduk” cevabını alan ahali, soygun kurbanlarına yüklenmişler: ''Kim soydu, nerede soydu, kaç kişiydi?'' İçlerinden biri durumu özetlemiş: ''Onlar 3 kişi beraberdi, biz 40 kişi yalnızdık.''
Yalnız olmadığımızı öğrenmeye başladık. Salgın günlerinin sonuçları bunu gösterdi. Sonuçta ortaya çıkacak enerjiyi, kentin bütünü ile ilgili sorun ve çözümlere sahip çıkma tavrına dönüştürmek lazım. Bir kent, öncelikle orada yaşayanlara aittir.