
Gürcan Banger
Kentin Büyüyen Sorunları
Yayınlanma:
Günümüzde kentlerimizin ilk sıradaki sorunu olarak aşırı ve yönetilemeyen büyümeyi gösterebiliriz. Bir kent nüfus, ekonomi, çevre, sağlık vb. gibi çok sayıda bileşen ve fonksiyondan oluşur ve 'iyi' bir kentte bunların hem kendi aralarında hem de bir bütün olarak dengeli ve uyumlu bir gelişme göstermesi beklenir. Kentin aktörlerinin de bu tür bir gelişme vizyonuna sahip olması ve yönetilebilir dengeyi gözetmesi gerekir.
Türkiye'de bazı kentsel yerleşimler dar, kısıtlı ve sınırlı şartları ve olanakları nedeniyle daha gelişkin olanlara oranla büyük oranda göç veriyor. Dolayısıyla ortalama büyüme hızına göre göreceli olarak geride kalıyorlar. Diğer yandan kırdan kente göçün etkisiyle neredeyse tüm kentlerde mekânsal yayılma ve demografik büyüme (nüfus artışı) gözleniyor. Bu sürecin sonucu ise kentsel gelir ve gider dengesinin gider kalemleri lehine bozulmasıdır. Giderler artar ve çeşitlenirken kente gelen (gelmesi beklenen) gelir kaynakları mutlak ve/veya oransal olarak azalacak. Bu ise yurttaş başına yaşam kalitesinin azalması anlamına gelir. Özetle; kentsel yayılma ve nüfus artışı, azalan yaşam kalitesi olarak yorumlanabilir.
İlginç olan şu ki; yerel yöneticiler ve siyasetçiler, kenti daha kalabalık ve yayılı hale getirecek tercihler içinde iken yetersiz kaynaklar nedeniyle oluşacak yaşam kalitesi düşüşünü dikkate almıyorlar. Gelişmiş ekonomiler yeni türden sanayilerin ve katma değerli yenilikçi endüstrilerin kente gelerek burada kaynak artışı yaratmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bizim kent yöneticilerimiz ve siyasetçilerimiz ise kenti daha kalabalık ve yayılı hale getirerek nüfusun hâsıla yaratacağı beklenti ve yanılsaması içindeler.
Avrupa'nın beğeni ile izlediğimiz kentlerine bakın. Neredeyse tümünün belli bir büyüklüğü geçmediğini gözleyeceksiniz. Kentteki nüfus yoğunluğu olabildiğince dengeli tutulmaya çalışılıyor. Bir anlamda kentte yaşayan vatandaş başına düşen yerel maliyetler de yönetilebilir ve denetlenebilir düzeyde tutuluyor. Kendin büyük bir ekonomi olduğunu düşünürsek, kentli birey başına gelir ve gider dengesi gözetilmeye çalışılıyor.
Bizim kentlerimiz geldiğimizde ise aksine bir durum gözlüyoruz. Öncelikle; nüfus açısından dengesizlik ve başıboşluk bir kural haline gelmiş. İsteyenin canı çekeni yapmasını adeta bir hak ve özgürlük unsuru olarak görüyoruz. İkincisi; kentlerin büyük ve kalabalık olması adeta bir gelişmişlik kriteri olarak kabul ediliyor. Sınırsız büyümeyi teşvik etmek adeta 'hayırlı' bir iş yapılmış gibi düşünülüyor. Üçüncüsü; kent açısından sonuçları düşünülmemiş ama seçmenlerin gözlerini boyama görevini yerine getiren büyük projeleri önerip yaptıran yöneticiler başarılı olarak benimseniyor.
Bir yönetici kenti nüfus olarak (göçle veya başka bir yolla) daha kalabalık bir proje girişiminde bulunuyorsa öncelikle bunun getirisini ve götürüsünü hesaplamak zorundadır. Bunun 'seçkin' örneklerinden birisini yeni üniversite yapma girişimleri oluşturuyor. Ülkemizde 'üniversite kenti' (veya 'günübirlik turizm destinasyonu') olarak bilinen yerleşimleri göz önüne getirin. Eğitim-öğretim için kente gelen insanlar yeme-içme ve eğlenme gibi yaygın bir sektörün oluşmasına neden oluyor. Nüfus olarak kalabalık ve bahar çiçekleri gibi caddeleri dolduruveren küçük işyerleri bir canlılık yanılsaması yaratıyor. Acaba gerçekten kent bu görünen yanılsama kadar kazanmakta mıdır? Yoksa yönetilemeyen nüfus büyümesi ile birlikte gelenden çok daha fazlası kaybediliyor mu? Kente yaşamın kalitesi artıyor mu yoksa kentli hemşehriler daha kalitesiz bir yaşama mı mahkûm ediliyor? Kentin sorunlarının çözüm yolu, kenti daha yayılı ve kalabalık hale getirme tercihinden geçmiyor. Aksine bu tercih, kentsel çöküşü hızlandırıp derinleştiriyor.