
Gürcan Banger
Türkiye'de Kentin Çöküşü
Son yıllarda yaygın ve yerel medyanın haber kuşaklarında kentsel afet ve felaketlerin ne denli çoğaldığını fark ettiniz mi? Sel baskınları, toprak kaymaları, depremler, altyapı çökmeleri, denizlerin veya nehirlerin taşarak karayı işgali veya fırtınanın binalarda yarattığı hasarlar sıradan haber örnekleri haline dönüştü. Diğer yandan sanki olağan yaşamın bir parçası imiş gibi üzülen, ağlayan veya isyan derecesinde çığlık atan insan manzaraları giderek daha az etkiliyor. Böyle bir ‘felaket filmi’ senaryosunu neden giderek daha sık yaşamaya başladık? Bu durumun ‘sorumlusu’, birey veya düşük etkili kuruluş olarak engellemekte zorlandığımız küresel ısınma ve ona bağlı bazı nedenler midir?
Hiç kuşkusuz; bu felaketlerin yaşanmasında küresel ısınmanın ve doğal yaşam çevresinin yok edilmesinin birinci elde etkileri var. Bu felaket nedenlerine birey, kurum – kuruluş veya sivil topluluk olarak karşı durabiliriz. Kendi ölçeğimizde alabileceğimiz önlemler olabilir. Ama kesin olarak kavramamız gereken bir gerçek var ki, o da mevcut ‘kentleşme modelinin ve yaklaşımının’ iflas etmesi anlamına gelen bir çöküş yaşandığıdır.
çöküşün bir ‘yerel yönetici’ meselesi olmadığı oradadır. Şuradan belli ki, ülkenin neredeyse tüm kentlerinde –hatta yerleşimlerinde– aynı mekânsal çöküş gerçeği yaşanmaktadır. Buradaki ana sorun, hem yurttaş hem de yönetim erki olarak mevcut kenti algılama ve geliştirme modelimizin demode olması ve geleneksel yaklaşım, yöntem ve tekniklerle kentlerin sürdürülebilirliğinin sağlanmasının artık mümkün olmasıdır. Günümüzde kentler; dışımızda oluşan, bazıları küresel ölçekli yeni tehdit ve riskler karşısında yeni kalite, güvence, güvenlik, sağlık, insani yaşam, sürdürülebilir gelişim meseleleri ile karşı karşıyadır.
Küresel ısınma ve doğal yaşam çevresinin denetimsiz biçimde yok edilmesi vd. kısa zamanda ve kolayca önüne geçilebilecek tehditler değil. Büyük ekonomilerin vahşi sınai ve ticari politikaları ile bunlara bağlı olarak tüketimin sınırsız çılgınlıkla özendirilmesi devam ettikçe kentleri ve insan yaşamını tehdit eden doğal ve yapay felaketler çoğalarak var olmayı sürdürecek. Kentsel yerleşimlerin denetimsiz ve plan dışı veya rant elde etmeye yönelik büyümesinin önü alınmadıkça çok daha fazla sayıda afet ve felaket yaşanacak. İlerleyen zamanda bu olumsuzluklardan sadece her zaman olduğu gibi kentin yoksul sakinleri değil, dört duvarla çevrilmiş gettolarına sığınarak tehlikeden uzak kaldıklarını sanan ‘hali, vakti yerinde’ olanları da ‘nasiplerini’ alacaklar. Günümüzde kentin ulaştığı çöküş noktası toplumun her unsurunu yakından ilgilendirmekte ve tehdit etmektedir.
Artık doğal afet ve felaketlerin de ‘küreselleştiği’ bir çağı yaşıyoruz. Bu nedenle dünyanın bir uzak köşesindeki doğal felaketin uzantıları yaşadığımız yerleşime ulaşıyor. Bu gerçek bize günümüzde geleneksel kentsel gelişim yaklaşımlarının geçerli ve/veya yeterli olmadığını gösteriyor. Kentsel yaşamın sağlıkla sürdürülebilirliği, güvenlik ve güvence anlamlarında kentin gelişimi bakışımızı yenilemek zorundayız. Günümüzde yaşanan doğal afet ve felaketler ‘kaçınılmaz kader’ değildir. Kentin gelişimini küresel, bölgesel ve yerel ölçeklerde daha iyi öngörmek ve kentsel felaketler yaşanmayacak biçimde kentin sürdürülebilirliğini tasarlamak kaçınılmazdır. Kentsel planlama süreçlerinde doğal felaketlerin ‘arızi ve tesadüfi’ olaylar olduğu fikrinden uzaklaşıp dünyanın geldiği noktada doğal afet ve felaketlerin her an, her yerde yaşanabilir ihtimale ulaştığını kavramak ve buna göre davranmak zorundayız.
Bir konunun altını daha çizmek isterim. Bir kentin kamusal tartışma ve iletişim kalitesi, o toplumun sorunlara yaklaşım kalitesini –bir başka deyişle problem çözme performansını– gösterir. Kentin ayanı ve medyası, kenti etkileyecek küresel ve bölgesel yönelimler ve kentsel (ekonomik, sınai, ticari, teknolojik, kültürel vb.) konu ve sorunlar yerine ‘birbirleri ile uğraşıyor’ iseler orada çözümlerin zemini oluşmamış demektir. Dolayısıyla çözüme doğru ilerlemenin ilk adımı, öncelikle ‘kafaları bireylerle uğraşıyor’ olmaktan kurtarıp problemler ve çözümler konusunda ortak payda yaklaşımına yönetmek olmalıdır. Aksi durumda kötü talih, ayırımsız biçimde herkesin mezarını kazıyor olacak. özetle; Türkiye’de kentler tüm albenili kozmetik aksesuar tercihlerine rağmen giderek ağırlaşan ve derinleşen –ama ne yazık ki, hâlâ dikkate alınmayan– temel sorunlar nedeniyle içten içe genel bir çöküş sürecinde…