
Gürcan Banger
"Yeni Normal" de Ne Ola ki?
Salgın günleri devam ederken, ekonomi ile hastalık arasındaki ödünleşmeyi ekonomi kazandı, büyük ölçüde ‘serbestleşme’ başladı. Salgın küresel ölçekte bir süre yol aldıktan sonra “yeni normal” sözü dillere pelesenk oldu. 2000’lerin başında küreselleşmenin etkisiyle iş-işletme alanlarında sıkça kullanılan bu terim, giderek yaşamın her alanına ‘etiket’ yapıldı.
“Yeni normal” teriminin böyle sıkça kullanılmasının arkasındaki düşünce, salgın deneyiminin ekonomik ve sosyal yaşamda değişime neden olacağı, sonuçta yeni ilkelerin, kuralların ve iş yapma tarzlarının gündeme geleceği şeklinde idi. Hatta bu söylem, birkaç adım daha ileri götürülerek günlük yaşamın da değişime uğrayacağı şeklinde yorumlandı.
Pek çok ülkede olduğu gibi henüz ülkemizde de salgın sona ermedi. Ama ‘serbestleşme’ girişimi ile birlikte sokaktaki yaşama baktığımızda, adeta salgın hiç yaşanmamış gibi bir görünüm oluşmaya başladı. Hijyen kuralları, maske kullanım zorunluluğu, sosyal mesafeye uyum unutulup her şey ‘normalmiş’ gibi davranan kişilerin sayısı hızla artmaya başladı. Salgın önleme kurallarına uymamayı ‘marifet’ sayan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan ‘çokbilmişleri’ de unutmamak gerekir. Yakın zamanda hijyenin zorunlu tutulduğu kimi işyerlerinde de mevcut kural ve şartları dikkate almayan gevşeme görürsek asla şaşırmayacağım.
Olaylar gelip geçse de popüler kültürün değişmesi kolay olmuyor. Kültürün yeterince gelişmemiş olduğu toplumlarda yaşanan olaylar nedeniyle yeni olana adaptasyon yerine ‘geriye dönmek’ kolayca ve hızla ‘trend’ oluyor. ‘Serbestleşme’ sonrası kişilerin yükselen tutum ve davranışlarına baktığınızda, ‘yeni normalin’ aslında hâlâ ‘eski normal’ olmaya devam ettiğini görüyoruz. Eskiler buna “Benim oğlum bina okur; döner döner, yine okur” derler.
‘Eski normal’, alışılmış ve ezberlenmiş olandır. Salgın sonrasında ‘eski normalin’ ağırlıklı biçimde “yeni normal” olarak süreceği kanısındayım. Manzara gene şöyle olacak: Yüksek binalar, yoğun trafik, insan gözünün görebileceğinin ötesinde renklendirilmiş bir reklâm dünyası, kulakları hırpalayan kentsel gürültü ve diğerleri… Hepsinin ortak özelliği, insan ölçeğinin dışında olması… İnsanın fiziksel, zihinsel ve duygusal boyutlarını aşan yaşam ortamı sadece kentin dış mekânlarına ait değil. Günlük yaşamımızın her alanı, insan ölçeğinin dışına savrulmaktan mustarip… İnsan ölçeğinin ötesinde satın alıyoruz, ihtiyacımızın ötesinde istiyoruz, kendi boyutlarımızın ötesinde tüketiyoruz. Geliştirdiğimiz uygarlık, insan ölçeğinin çok ötesine ulaştığından, kendi yaşam çevremizi her an daha büyük bir hızla tüketiyoruz.
Mutlu olmak ümidiyle daha fazla tüketiyoruz. Günümüzde tüketim eğilimi, bireyleri aşarak toplumun tamamını saran bir tüketim bağımlılığı haline dönüştü. Salgına dönüşen bir hastalık gibi yerel ve bölgesel sınırları aşarak küresel boyutlara erişti. Artık tüketmenin, insani ölçekteki ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla hiç ilgisi kalmadı. Adeta tüketmek için tüketir hale dönüştük. Eğer tüketimi, bir mutluluk aracı olarak insanların kafasına kazırsanız, başka türden bir sonucu beklemek de hayal olur.
Aşırı tüketim hakkında fikrini sorduklarımızdan pek çoğu, tüketim bağımlılığının kötü bir şey olduğunu söyleyecektir. Ama mevcut sistemin, tüketimin denetlenmesi yerine daha fazla tüketme yönünde işletilmesi şaşırtıcı değil midir? Tüketimin neden böylesine çılgınca arttığına dair aklı başında çalışmalar fazla sayıda değil. Ama bu konuda akıl yürütmek de zor değil.
Tüketim bağımlılığının artışına dikkat ettiğimizde; bu manyayı teşvik edenlerin başında görsel medya organlarının olduğunu gözlüyoruz. İletişim ve bilişim teknolojilerindeki kısa sürede olağanüstü gelişmeler, öncelikle kişilerin mal ve hizmetlere ulaşmasını kolaylaştırdı. Bu ortama özgü yeni ikna ve satış mekanizmaları geliştirildi. özellikle TV kanalları ve İnternet, yerinden kalkmadan satın alıp, tüketebilmek için yepyeni yol ve yordamlara vesile oldu. Bu araçlar, tüketimin mutluluk ile eşdeğer olduğu konusunda insanların bilincine kalıcı takıntılar yerleştirdi.
Son yıllarda bankalar, kendilerini kârsızlık bataklığından kurtarmak için bireysel müşterilere yöneldiler. Bireysel müşteri, banka için daha çok sayıda kredi kartı ile daha fazla kart ve bireysel kredi kullanımı demektir. Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde malı veya hizmeti satan firma kazanırken, daima kazanan bir başkası daha var. O da kartı veya krediyi veren banka… Bireyler, ihtiyaçlarının ötesinde tüketirken; bankalar da düşük faiz, ödemeyi geç başlatma veya uzun süreli borçlanmalar gibi özendirmelerle kendilerine düşen hâsılatı topluyorlar.
İnsan ölçeğinin ötesine geçen tüketim bağımlılığından söz ederken, alışveriş merkezlerini (AVM’leri) hatırlamadan olmaz. AVM’ler, insan ölçeğinin çok ötesindeki görkemli özellikleri ile insana sanal dünyalar sunuyorlar. Bireyleri, kendi gerçeklerinden kopararak onları yapay bir alışveriş ve tüketim dünyasına sürüklüyorlar. AVM’de geçen bir alışveriş sürecinden sonra insanların hiç de ihtiyaçları olmayan pek çok ürünü aldıklarını fark etmeleri şaşırtıcı değildir.
Tüketim bağımlılığı ile mücadele etmek mümkün müdür? Doğrusu; bu soruya kolayca “Evet” cevabını verebilmek zor. Henüz yeterli yaygınlık ve olgunluğa ulaşmasa da; bu yönlü çalışan kişiler ve kuruluşlar dünyanın her yöresinde giderek çoğalıyor.